top of page

Anadolu ve Rumeli’de Demografik Dönüşüm, 15.–19. Yüzyıllar

Bu makale, 15. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar Anadolu ve Rumeli’yi şekillendiren başlıca nüfus hareketlerini incelemektedir. Osmanlılar ve Karamanoğulları başlıklı çalışmada ortaya konulan siyasal ve kurumsal çerçeveden hareketle, Osmanlı genişlemesinin uzun vadeli sonuçlarını, zorunlu iskân (sürgün) uygulamalarını ve evrimini, Celâlî isyanlarının demografik etkilerini, Osmanlı–Safevî sınır dinamiklerinin tetiklediği göçleri ve 19. yüzyılda imparatorluğun toprak kayıplarına eşlik eden büyük mülteci akınlarını analiz etmektedir.


Bu makale, devlet yönlendirmeli, gönüllü ve kriz kaynaklı göç hareketlerini ele alarak Osmanlı dünyasının Orta Anadolu, Trakya, Balkanlar, Kırım ve Kafkasya’yı birbirine bağlayan iç içe geçmiş bir demografik alan olarak nasıl oluştuğunu özetlemeye çalışmaktadır.


Karamanoğulları Beyliği’nin II. Mehmed döneminde Osmanlı İmparatorluğu’na katılması, Anadolu ve Balkanlar genelinde derin demografik dönüşümlerin başlangıcıdır.


Osmanlılar ve Karamanoğulları başlıklı çalışma, Osmanlılar ile Karamanoğulları arasındaki siyasal ve dilsel karşıtlıkları incelemişken, bu çalışma odağını devlet yapılarından insan hareketliliğine kaydırmaktadır.


15. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar nüfus hareketleri, kimi zaman devlet tarafından yönlendirilmiş, kimi zaman savaş, isyan ve ekonomik sarsıntıların sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu süreçler, eski Karamanoğlu topraklarının toplumsal yapısını şekillendirmiş ve bu bölgeleri Rumeli’deki daha geniş nüfus hareketlerine bağlamıştır.


Göçlerin anlaşılması, Osmanlı dünyasında insan coğrafyasının nasıl oluştuğunu görmek açısından önemlidir. Zira, bu dünyada kimlikler, yeniden yerleşim ve bütünleşme yoluyla sürekli yenilenmiştir. Nüfus hareketliliği bir istisna değil, imparatorluk yönetiminin ve toplumsal yaşamın doğal bir parçası olmuştur.


Yöntemsel Çerçeve


Bu çalışma, Osmanlı demografisini hem tarihsel gelişimi, hem de yapısal dönüşümleri üzerinden ele almaktadır. Arşiv belgelerini modern sayısal araştırmaların bulgularıyla birlikte değerlendirmektedir. Tahrir defterleri (arazi ve nüfus kayıtları), mühimme defterleri (Divan-ı Hümâyun kararları), vakıf kayıtları ve mülteci iskân raporlarının yorumlayıcı sentezine dayanmaktadır. Bu çerçevede, özellikle İnalcık, Faroqhi, Karpat, Darling ve Pamuk gibi araştırmacıların adı sayılan belgelere dayalı çalışmaları esas alınmaktadır.


Arşiv kayıtlarının dağınık olması ve bölgeler arasında kayıt tutma düzeyinin farklılık göstermesi nedeniyle nüfus hareketlerinin sayısal boyutunu kesin olarak belirlemek zordur. Buna rağmen, mali, askerî ve iskân kaynaklarının birlikte değerlendirilmesi, göç akımlarının yönü, ekonomik işlevleri ve kurumsal amaçları hakkında güvenilir bir kurguya imkân tanımaktadır.


Göç, bu makalede salt demografik bir değişken olarak değil, imparatorluğu yönetmenin ilkelerinin bir parçası olma vasfıyla sosyo-ekonomik bir süreç olarak analiz edilmektedir. Yerinden edilen nüfusların üretim sistemlerine, iaşe ağlarına, sınır savunmasına ve kentsel emek piyasalarına nasıl yeniden dâhil edildikleri temel analitik ekseni oluşturmaktadır.


Sözlü anlatılar, aile hafızası ve zanaat gelenekleri, arşivlerin yerine geçmezler. Ancak, nüfus değişiminin toplumda nasıl yaşandığını ve aktarıldığını anlamamıza yardımcı olurlar. Bu yaklaşım, göçü ne sadece arşivlere, ne de sadece anlatılara sıkıştırır. Devlet politikaları ile toplumun uyumunu birlikte görmeyi sağlar.


II. Mehmed Sonrası Zorunlu İskân (Sürgün)


II. Mehmed tarafından geliştirilen zorunlu iskân (sürgün) politikası, halefleri döneminde de değiştirilmiş biçimleriyle devam etmiştir. 16. yüzyıl boyunca Osmanlı idaresi, stratejik sınır kentlerini iskân etmek, tarımsal bölgeleri güçlendirmek ve imparatorluk otoritesine meydan okuyan aşiretleri denetim altına almak amacıyla zorunlu iskânı düzenli olarak kullanmıştır. II. Mehmed sonrasındaki dönemde ölçeği daha düşük olmakla birlikte, iskân rutin bir idarî araç olarak varlığını sürdürmüştür.


Konya, Karaman, Niğde, Aksaray ve Kayseri’den gelen aileler Edirne, Filibe (Plovdiv), Silistre, Manastır ve Tırnova gibi Rumeli kentlerine yerleştirilmiştir. Bu iskânlar birden fazla amaca hizmet etmiştir. İskânlar, sınır bölgelerini güvence altına alma, kentsel büyüme için emek arzı sağlama ve güçlü Türkmen aşiretlerinin etkisini sınırlama amacını taşımıştır.


Nüfus hareketlerinin bir sonucu olarak, Anadolu kökenli hanelerin Balkanlar’a doğru istikrarlı bir ilerleyişi ortaya çıkmıştır. Süreç, karma Türkmen–Balkan nüfuslarının oluşmasına katkıda bulunmuştur. Bu topluluklar, zamanla Rumeli Müslüman demografisinin ayırt edici birer bileşeni hâline gelmiştir.


Celâlî İsyanları ve Anadolu’nun İç Göçleri (16. yüzyıl Sonu–17. yüzyıl Başı)


16. yüzyılın sonu ile 17. yüzyılın başlarında yaşanan Celâlî isyanları, siyasal bir başkaldırıdan çok ekonomik çöküş, ağır vergiler, enflasyon ve tarımsal gerilemenin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu süreç, Osmanlı tarihinin en büyük iç göç dalgalarından birine yol açmıştır.


Celâlî isyanları coğrafi olarak imparatorluğun başlıca tarım havzalarını, askerî güzergâhlarını ve vergilendirme koridorlarını takip etmiştir. İsyanlar, esas olarak Orta Anadolu’da, özellikle eski Karamanoğlu bölgeleri olan Konya, Karaman, Niğde, Kayseri ve Sivas çevresinde yoğunlaşmıştır. Kuzey ve Doğu Anadolu’ya da yayılmıştır. Bu isyanların demografik yansımaları, 16. yüzyılın sonu ile 17. yüzyılın başı arasında (yaklaşık 1590–1610) Batı Anadolu’yu ve Trakya’yı kapsayan kitlesel mülteci hareketleri yoluyla belirginleşmiştir.


“Celâlî” terimi, kökenini 1511 yılında Osmanlı idaresine karşı ayaklanan Şahkulu Celâl adlı isyancı Türkmen liderin başlattığı ayaklanmadan almaktadır. Bu ilk isyan, ölçeği ve yarattığı yıkım nedeniyle Osmanlı hafızasında derin izler bırakmıştır. Her ne kadar 16. yüzyılın sonu ile 17. yüzyılın başındaki isyanlar bütünüyle farklı nedenlere, özellikle vergilendirme baskısına, enflasyona, tarımsal krize ve tımar sisteminin çözülmesine dayanıyor olsa da, Osmanlı devleti Anadolu’daki tüm büyük taşra isyanlarını “Celâlî” olarak adlandırmayı sürdürmüştür.


15. yüzyılın sonlarına gelindiğinde “Celâlî” terimi, artık Şahkulu isyanına doğrudan bir gönderme olmaktan çıkmış, büyük ölçekli kırsal ayaklanmalar için kullanılan genel bir isimlendirme hâline gelmiştir.


Habsburg ve Safevî cephelerine karşı yürütülen neredeyse aralıksız savaşların yarattığı mali yük, olağanüstü vergilendirmeyi (avarız) artırmış, Yeni Dünya'dan gelen gümüşün Avrupa ve Osmanlı piyasalarına girişiyle bağlantılı uzun süreli enflasyon reel gelirleri önemli ölçüde aşındırmıştır.


Aynı dönemde, “Küçük Buzul Çağı” ile ilişkilendirilen iklim dengesizlikleri, tekrarlayan ürün kıtlıkları, kuraklıklar ve sert kışlar tarımı istikrarsızlaştırmıştır. Bu baskılar, tımar sisteminin yapısal olarak çözülmesiyle tesadüf etmiştir. Zira, toprak gelirleri giderek süvari temelli askerî dirliklerden kısa vadeli vergi iltizamına aktarılmaya başlanmıştır.


İltizam, Osmanlı’da vergi toplama işinin devlet tarafından açık artırmayla belirli bir süre için özel kişilere kiralanması sistemidir. Vergiyi peşin ödeyen mültezim, daha sonra bu vergiyi halktan toplar ve aradaki farktan kazanç sağlardı.


Söz konusu dönüşüm, kırsal koruma mekanizmalarını zayıflatmış, sipahileri yoksullaştırmış ve geniş köylü nüfusu yağmacı vergilendirme ve silahlı zorbalığa açık hâle getirmiştir.


Süreç, borçlanmanın artmasına, toprakların terk edilmesine ve işsiz kalan sipahiler ile topraksız köylülerin silahlı gruplara katılmasına yol açan bir tarım krizine dönüşmüştür. Bu kesimler Celâlî isyanlarının toplumsal tabanını oluşturmuştur.


Orta Anadolu, özellikle eski Karamanoğlu bölgeleri olan Konya, Karaman, Niğde, Aksaray ve Kayseri, Celâlî isyanları ile Osmanlı tarihinin en şiddetli nüfus kayıplarından birini yaşamıştır. Dönemin Osmanlı kaynakları 1596 ile 1610 arasındaki isyanların en yoğun dönemlerinde bazı kazalarda kırsal yerleşimlerin %30 ila %60’ının geçici olarak terk edildiğini göstermektedir.


Celâlî gruplarından, vergi tahsildarlarından ve devletin askerî müdahalelerinden kaçan köylüler nedeniyle birçok köy tamamen boşalmıştır. Büyük kitleler, etkin idarî denetimin dışında kalan dağlık ve ormanlık alanlara sığınmış, diğerleri ise Bursa, Manisa, Kütahya, Balıkesir ve İzmir'in arka bölgeleri gibi göreceli olarak güvenli ve ticari olarak büyüyen Batı Anadolu bölgelerine göç etmiştir. Daha kuzeye yönelen başka bir göç akımı ise, Trakya’ya ve güney Balkanlar’a ulaşarak Rumeli’deki daha eski Anadolu yerleşimlerini güçlendirmiştir.


Eş zamanlı olarak Osmanlı idaresi, harap olmuş tarımsal alanları yeniden canlandırmak ve mali üretkenliği geri kazanmak amacıyla sürgün-i hane uygulamalarına başvurmuştur. Yerinden edilmiş haneler nüfusça zayıflamış bölgelere ya da stratejik iaşe koridorlarına yerleştirilmiştir.


Celâlî göçlerinin demografik ve ekonomik sonuçları 17. yüzyıl boyunca etkisini sürdürmüş ve Osmanlı iktisadî coğrafyasında kalıcı dönüşümler yaratmıştır. Batı Anadolu ve Ege havzasında, eski geçimlik köylülerin önemli bir bölümü pamuk, tütün, zeytin, ipek ve şarap gibi ürünleri hem imparatorluk iç piyasası, hem de Akdeniz ticareti için üreten piyasa odaklı tarım bölgelerine dâhil edilmiştir. Ortakçılık (toprak sahibi ile çiftçi arasında ürün esaslı paylaşım), mevsimlik ücretli emek ve ticari tarım, daha önceki köy temelli geçimlik yapının yerini almıştır.


Bursa, Manisa, İzmir ve daha sonra Edirne gibi hızla büyüyen kentsel merkezlerde yerinden edilmiş nüfuslar dokuma atölyeleri, ipek üretimi, kervan ticareti, liman hizmetleri ve zanaatkâr üretimi için emek arzı sağlamıştır. Böylece, başlangıç aşamasındaki sanayi (proto-sanayi) niteliğindeki kentsel ekonomilerin genişlemesine katkıda bulunmuştur.


Trakya ve Balkanlar’da Celâlî göçmenleri büyük ölçüde tahıl üreticileri, hayvan yetiştiricileri, nakliye işçileri ve iaşe emeği sağlayıcıları olarak sisteme entegre edilmiştir. Bu kesimler doğrudan İstanbul’un imparatorluk iaşe sistemine bağlanmıştır. Bu nedenle, Celâlî isyanları yalnızca nüfusun yeniden dağılımını değil, kırsal üreticilerin geniş bir bölümünün piyasa bağımlı üreticilere ve kentsel ücretli emeğe dönüştüğü, giderek para-tabanlı hâle gelen bir imparatorluk ekonomisinin yeniden yapılanmasını ifade etmektedir.


Osmanlı–Safevî Çatışmaları ve Doğu Sınırı Göçleri (16. yüzyıl Başı–18. yüzyıl Başı)


16. yüzyılın başından 18. yüzyılın başına kadar süren Osmanlı–Safevî rekabeti, imparatorluk içindeki en kalıcı nüfus hareketlenmesi eksenlerinden birini yaratmıştır.


Bu çatışma, yalnızca toprak egemenliği üzerine verilen bir mücadele değildir. Özellikle Doğu ve Orta Anadolu’da yaşayan Türkmen aşiretlerinin siyasî ve dinî bağlılıkları üzerinden yürüyen, rakip iki siyasal ve ideolojik düzen arasındaki bir karşılaşma niteliği taşımıştır.


Birçok Türkmen topluluğu, özellikle Safevî tarikatının erken dönemindeki militan Şiî karakteri çerçevesinde, Safevî düzeniyle kültürel, dilsel ve dinî yakınlıklar paylaşmaktaydı.


Dinî açıdan, Türkmen nüfusun önemli bir bölümü, daha sonra Alevî–Kızılbaş çevresiyle özdeşleştirilecek heterodoks İslami geleneklere mensuptu. Bu çevrelerde, Safevî şahı yalnızca siyasî bir hükümdar olarak değil, karizmatik bir ruhani lider olarak da yüceltilmekteydi.


Dilsel açıdan erken dönem Safevîler, Azerbaycan Türkçe’sini saray, ordu ve propaganda dili olarak kullanmışlardır. Şah İsmail’in bizzat “Hatayî” mahlasıyla Türkçe siyasî ve tasavvufî şiirleri kaleme alması, Safevî ideolojisinin Anadolu’daki Türkmen kitlelerine sözlü şiir, nefes geleneği ve derviş ağları aracılığıyla doğrudan nüfuz etmesini mümkün kılmıştır.


Kültürel ve toplumsal düzlemde, hem Safevî hareketi, hem de Anadolu Türkmenleri, göçebe–aşiret dünyasından, hayvancılığa dayalı ekonomiden, soy bağına dayalı sadakat ilişkilerinden ve savaşçı etik geleneklerden beslenen ortak bir toplumsal evrenden türemiştir. Bu yapı, Osmanlı’nın bürokratik ve Sünnî-ortodoks imparatorluk düzeniyle karşıtlık oluşturmaktadır. Bu örtüşen dinî, dilsel ve toplumsal bağlar, siyasî sınırların ötesine uzanan, bölgesel ölçekte bir sadakat alanı yaratmış ve birçok Türkmen topluluğunu yapısal olarak Safevî etkisine açık hâle getirmiştir.


Türkmenlerin siyasî bağlılıkları uzun süre kendini korumuştur. Tekrarlanan savaşlar, seferler ve mezhep temelli güvensizlik ortamı, Doğu Anadolu, Kuzey Suriye, Azerbaycan ve Orta Anadolu platoları arasında sürekli bir nüfus salınımı üretmiştir.


Kürt toplulukları da benzer biçimde hareketli olmuşlardır. Ancak, onların göçleri daha çok sınır hâkimiyetindeki değişimlere ve yerel miras yoluyla aktarılan idarî yetkilerin (yurtluk–ocaklık) verilmesi ya da geri alınmasına bağlı olarak şekillenmiştir. Bu bağlamda göç, sınır bölgelerinde yaşayan nüfuslar için hem bir hayatta kalma stratejisi, hem de imparatorluk disiplini tarafından yönlendirilen bilinçli bir araç hâline gelmiştir.


Osmanlı merkezî idaresi açısından aşiret hareketliliği giderek mali istikrar, askerî seferberlik ve ideolojik düzeni açısından yapısal bir tehdit olarak algılanmaya başlanmıştır. Bu nedenle, 16. yüzyıldan itibaren Doğu ve Orta Anadolu’daki büyük ve siyasî olarak özerk Türkmen yoğunlaşmalarını parçalamayı hedefleyen sistematik bir dağıtma ve iskan politikası benimsenmiştir.


Safevî sempatisi taşıdığı ya da kronik isyanla ilişkilendirildiği düşünülen aşiretler zorla Trakya’ya, Makedonya’ya, Tuna havzasına ve Batı Balkanlar’a nakledilmiştir. Buralarda daha sıkı bürokratik denetim altına alınmışlardır. Bu gruplardan sınır tarımı, yardımcı askerî emek ve ulaştırma hizmetleri yoluyla imparatorluk iaşe hatlarını desteklemeleri beklenmiştir. Osmanlı, göçebe hayvancı toplulukları yerleşik üretime geçirerek hem vergilendirilebilir, hem de askerî bakımdan güvenilir bir nüfus yaratmak istemiştir.


Doğu sınırı kaynaklı yer değiştirmelerin ekonomik sonuçları hem çıkış bölgeleri, hem de yerleşim alanları açısından derin etkiler yaratmıştır. Doğu ve Orta Anadolu’da büyük aşiret birliklerinin uzaklaştırılması isyan tabanını zayıflatmış, mevsimlik yağmacılığı azaltmış ve doğrudan vergi idaresinin yayılmasını kolaylaştırmıştır.


Rumeli’de ve Batı Anadolu’da, yeni yerleştirilen Türkmen haneleri tahıl tarımı, hayvansal üretim, taşımacılık emeği ve sınır iaşe ekonomilerine entegre edilmiştir. Bu süreç, özellikle İstanbul ile Tuna garnizonlarını birbirine bağlayan lojistik hatlar boyunca yoğunlaşmıştır. Zamanla, bu toplulukların büyük kısmı göçebe hayvancılıktan karma tarım–hayvancılık modellerine ve piyasa odaklı üretime yönelmiştir. Böylece, yaylacılık temelli yaşam biçiminden yarı yerleşik üretim düzenlerine geçiş hızlanmıştır.


Bu dönüşüm, Anadolu ile Balkanlar arasındaki uzun vadeli demografik kaynaşmayı derinleştirmiş ve Osmanlı sınır bölgelerinin ekonomik olarak üretken imparatorluk iç mekânlarına dönüşmesini pekiştirmiştir. Dolayısıyla, Osmanlı–Safevî çatışmalarının yol açtığı göçler yalnızca nüfusun coğrafi yer değiştirmesini değil, toprak kullanımının, emek örgütlenmesinin ve imparatorluk bütünleşmesinin iki kıta ölçeğinde yeniden yapılandırılmasını da beraberinde getirmiştir.


Bozkır Göçleri: Tatarlar, Nogaylar ve On Sekizinci Yüzyıl Dönüşümleri


18. yüzyıl, Kuzey Karadeniz bölgesinde Rus imparatorluk yayılmasının bir sonucu olarak yeni ve derin kapsamlı demografik baskıların ortaya çıktığı bir dönem olmuştur.


Rus ilerlemesinin bozkır sınır hattına doğru kademeli biçimde genişlemesi, 1783 yılında Kırım’ın Rusya tarafından ilhak edilmesiyle doruğa ulaşmıştır. Bu gelişme, uzun süredir Osmanlı’nın bir tâbî devleti ve aynı zamanda Slav yayılmasına karşı bir tampon bölge işlevi gören Kırım Hanlığı’nın ortadan kaldırılmasına yol açmıştır. Bu jeopolitik kırılma, hayvancılıkla geçinen göçebe Nogay ve Kırım Tatarı toplulukların sistemli biçimde yerlerinden edilmesine yol açmıştır. Bu topluluklar, Rus idaresi altında topraklarına el konulması, zorla iskân ve askerî ve dinî baskılarla karşı karşıya kalmışlardır.


Tüm aşiret konfederasyonları art arda dalgalar hâlinde güneye sürülmüştür. Bu süreç, modern dönem öncesi Osmanlı dünyasının en büyük Müslüman mülteci hareketlerinden birini tetiklemiştir. Bu göçler tek seferlik değildir. Uzun yıllar sürmüş ve özellikle Osmanlı–Rus savaşları ile sınır güvenliğinin zor yoluyla sağlandığı (sınır pasifleştirme) dönemlerde hız kazanmıştır.


Osmanlı devleti, bu nüfus akınına hem insani kabul, hem de imparatorluk bütünleşmesini hedefleyen örgütlü bir iskân stratejisiyle karşılık vermiştir. Çok sayıda Tatar ve Nogay, Trakya, Dobruca, Silistre, Şumnu, Vidin, Edirne ve Tuna’nın alt havzası boyunca iskân edilmiştir. Bu iskân alanları çoğu zaman daha önce Anadolu Türkmenlerinin yerleştirildiği bölgelerle çakışmıştır. Bu mekânsal tercih tesadüfî değil, bilinçli bir imparatorluk planlamasının ürünüdür.


İmparatorluk, hem yeterince kullanılmayan tarım arazilerini yeniden nüfuslandırmayı, hem Rusya’ya karşı sınır güvenliğini güçlendirmeyi, hem de siyaseten hassas sınır bölgelerinde Müslüman demografik varlığını pekiştirmeyi amaçlamıştır. Birçok durumda mülteci gruplara vergi muafiyetleri, mera kullanım hakları, tohumluk tahıl ve geçici askerlik muafiyetleri tanınarak yerel ekonomilere entegrasyonları kolaylaştırılmıştır.


Ekonomik bakımdan bu bozkır kökenli göçmenler, göçebe hayvancılığa dayalı yaşamdan karma tarım–hayvancılığa ve piyasa yönelimli üretime doğru kademeli bir dönüşüm geçirmiştir. Hayvancılık, özellikle koyun, at ve sığır yetiştiriciliği, merkezî önemini korumuştur. Ancak, birçok Tatar ve Nogay hanesi zamanla tahıl tarımına, taşımacılığa ve kervan iaşesine yönelmiştir. Böylece, geçim stratejileri Osmanlı’nın askerî ve kentsel ikmal ağlarına bağlanmıştır.


Trakya’da ve Tuna koridoru boyunca bu gruplar, İstanbul’un iaşe sisteminde önemli bir rol üstlenmiştir. Et, yün, deri ve hububat sağlayarak imparatorluk pazarlarına entegre olmuşlardır. Zaman içinde bazı topluluklar yardımcı askerî hizmetlere, sınır devriyesine ve taşımacılık emeğine de katılmıştır. Böylece, eski bozkır askerî gelenekleri yeni imparatorluk iktisadî işlevlerine uyarlanmıştır.


İaşe sistemi, Osmanlı devletinin merkezi olarak düzenlenmiş ikmal rejimiydi. Zorunlu teslimat, başkent ve ordunun öncelikli beslenmesi ve sıkı fiyat denetimine dayanan bu sistem, piyasa kârından ziyade asgari geçim güvenliğini esas alıyordu.


Toplumsal ve kültürel açıdan Tatar ve Nogay mültecilerinin gelişi Balkan coğrafyasının kültürel ortamına belirgin bozkır dil özelliklerini, klan temelli toplumsal örgütlenmeyi, binicilik kültürünü ve askerî gelenekleri taşımıştır. Bu unsurlar, Rumeli’nin zaten heterojen olan dokusu içine yerleşmiş, Türkmenler, Balkan Müslümanları, Hıristiyanlar ve daha önceki göçmen nüfuslarla birlikte var olmuşlardır.


Yeni gelenler mevcut toplumsal düzenleri ortadan kaldırmak yerine katmanlı yerleşim bölgelerine eklemlenmiştir. Daha önce Türkmen tarım topluluklarının hâkim olduğu alanlarda etnik ve kültürel karmaşıklık yoğunlaşmıştır. Kuşaklar boyunca süren evlilik bağları, ortak ekonomik ağlar ve müşterek imparatorluk kurumları aracılığıyla bu topluluklar giderek bütünleşmiştir. Buna karşın lehçe, kıyafet ve kolektif hafızada bozkır kimliğinin izlerini korumuşlardır.


18. yüzyıldaki Tatar ve Nogay göçleri, Osmanlı nüfusunu yalnızca sayısal olarak artırmakla kalmamış, sınır ekonomilerini yeniden şekillendirmiş, imparatorluk savunma sistemlerini güçlendirmiş ve Balkanlar’ın çok katmanlı demografik karakterini derinleştirmiştir. Bu hareketler aynı zamanda Kırım, bozkır dünyası ve Osmanlı Balkanları arasında kalıcı trans-bölgesel bağlantılar kurmuştur. Bu bağlantıların demografik mirası günümüzde de Trakya ve Tuna yerleşimlerinde gözlemlenebilmektedir.


19. Yüzyılda Mülteci Dalgaları ve Rumeli ile Anadolu’nun Yeniden Düzenlenmesi


19. yüzyıl, Osmanlı'nın en derin ve en yıkıcı demografik sarsıntılarına sahne olmuştur. Bu süreç, Balkan milliyetçiliğinin yükselişi, Avrupa büyük güçlerinin müdahalelerinin genişlemesi ve imparatorluğun hızlanan toprak kayıplarıyla iç içe geçmiştir.


Yunan İsyanı (1821–1830), ardışık Sırp ayaklanmaları ve 1828–29, 1853–56 ve özellikle 1877–78 Osmanlı–Rus savaşları, tekrar eden zorunlu nüfus yer değiştirme döngülerini tetiklemiştir.


Osmanlı otoritesi Balkanlar’ın geniş kesimlerinden geri çekildikçe, Türkler, Tatarlar, Pomaklar, Arnavutlar, Boşnaklar ve Çerkesler dâhil olmak üzere yüz binlerce Müslüman, şiddet, kamulaştırma ve örgütlü nüfus transferleri yoluyla yerlerinden edilmiştir. Bu yerinden edilmeler tekil ve kısa süreli değil, on yıllar boyunca biriken ve Osmanlı devleti açısından sürekli bir insani ve mali kriz üreten kümülatif süreçler olmuştur.


Bulgaristan, Sırbistan, Yunanistan, Bosna ve daha sonra Romanya’dan çok sayıda Müslüman mülteci (muhacir), çoğu zaman aşırı maddi yoksunluk koşulları altında Osmanlı topraklarına sığınmıştır. Osmanlı bu akını, Muhacirin Komisyonu da dâhil olmak üzere yeni kurulan kurumsal mekanizmalar yoluyla yönetmeye çalışmıştır. Nakliye, toprak dağıtımı, vergi muafiyetleri ve geçici iaşe yardımlarını koordine etmiştir. Mültecilerin büyük bir bölümü, tarım arazilerinin varlığı, pazarlara yakınlık ve imparatorluk ikmal yollarına erişim gibi avantajlar nedeniyle Batı Anadolu’ya, Marmara Havzası’na ve Trakya’ya yerleştirilmiştir.


Edirne, Balkan ve Anadolu ulaşım koridorlarının kesişim noktasındaki stratejik konumu, güçlü idari altyapısı ve hem askerî, hem de sivil ihtiyaçlar için bir ikmal merkezi olma rolü sayesinde istisnai derecede büyük mülteci nüfusları barındırmıştır. Bu ani nüfus artışı, kentin emek piyasasını, konut yapısını ve toplumsal bileşimini tek bir kuşak içinde köklü biçimde dönüştürmüştür.


Balkanlardan gelen mülteci akınlarıyla bunalan imparatorluğa rağmen, erken 19. yüzyılda Anadolu’dan Rumeli’ye yönelik hareketlilik bütünüyle sona ermemiştir. İdari atamalar, askerî görevlendirmeler, vakıf temelli iskân girişimleri ve genişleyen zanaatkâr ile ticari talep, Orta Anadolu’dan Rumeli’nin kritik kentlerine doğru aile akışını sürdürmüştür.


Vakıf temelli iskân girişimleri, Osmanlı imparatorluk sistemi içinde çok yönlü stratejik işlevlere sahipti. Hayır faaliyetlerinin ötesinde, vakıflar, yeni kurulan kasabalarda, tarım alanlarında ve sınır koridorlarında kalıcı nüfus yerleşimini güvence altına almak amacıyla toprak, konut ve ekonomik altyapı sağlamak için kullanılmıştır. Bu yapılar, göçmenlerin üretici olarak tarım ve şehir ekonomilerine katılmasını mümkün kıldı. İstanbul’un ve ordunun iaşe düzeni de bu sayede sürdürülebildi. Vakıflar, böylece zorlayıcı olmayan bir yerleştirme aracı olarak işledi.


Camiler, imaretler ve okullar yoluyla kurulan vakıf ağı, yerleşilen alanların dinî ve kültürel bütünleşmesini sağladı. Yerleşim süreci, bu nedenle doğrudan devlet düzeniyle bağlantı kurdu.


Arşiv kayıtları, Konya, Karaman, Niğde ve Kayseri’den gelen hanelerin idari yeniden yapılanma ve kentsel ekonomik genişleme dönemlerinde Edirne, Filibe (Plovdiv), Varna ve Rusçuk’a yerleştirildiğini doğrulamaktadır. Bu iki yönlü hareketlilik, tek yönlü bir yer değiştirme anlatısını karmaşıklaştırmakta ve imparatorluk bütünleşmesinin, çöküş çağında bile bürokratik dolaşım, askerlik hizmeti ve ticari fırsatlar yoluyla işlemeye devam ettiğini göstermektedir.


19. yüzyılın sonlarına gelindiğinde Trakya, eski Türkmen köylerini, Karamanoğulları dönemi zorunlu iskân nüfuslarının torunlarını, 18. yüzyılın Kırım Tatarları ve Nogaylarını, Kafkasya’dan gelen Çerkes yerleşimcileri ve Balkan Müslüman mültecilerinin büyük kitlelerini bir araya getiren, Osmanlı dünyasının en katmanlı demografik bölgelerinden biri hâline gelmiştir.


Söz konusu gruplar yalnızca mekânsal olarak yan yana gelmemiş, emek piyasaları, tarımsal ortaklıklar, askerlik hizmeti, dinî kurumlar ve evlilikler yoluyla iç içe geçmiştir. Yeni kırsal yerleşimler çoğu zaman özellikle mülteci gruplar için kurulmuş, diğerleri ise toprak dağıtımı ve ortak üretim düzenlemeleri yoluyla mevcut köylere entegre edilmiştir.


Ekonomik açıdan bu dönüşüm, Trakya’yı İstanbul’un iaşe sistemi ve geç Osmanlı ticaret ağlarıyla sıkı biçimde bütünleşmiş, son derece dinamik bir tahıl üretimi, hayvancılık, taşımacılık emeği ve piyasa yönelimli tarım bölgesine dönüştürmüştür.


Mülteciler hayvancılık, süt ürünleri, araba taşımacılığı, tekstil el sanatları ve küçük ölçekli ticaret gibi yeni beceriler getirmiş, yerel üretim yapıları bu doğrultuda yeniden biçimlenmiştir. Aynı zamanda toprak, su ve vergi yükümlülükleri üzerindeki rekabet sık sık toplumsal gerilimler üretmiştir. Bu durum, Osmanlı devletini kadastro çalışmaları, vakıf tahsisleri ve askerî tahkim yoluyla tekrar tekrar müdahale etmeye zorlamıştır.


Ardışık göçlerle oluşan iç içe geçmiş demografik yapı, günümüz Trakya lehçelerinde, yerleşimlerinde, aile soy kütüklerinde, mutfak geleneklerinde ve dinî yapılarda izlenebilmektedir. 19. yüzyıl Trakya’sı, basit bir nüfus yığılmasının ötesinde, önceki Türkmen katmanlarının, Karamanoğulları mirasının, bozkır göçlerinin ve Balkan mülteci kimliklerinin bir araya geldiği geç imparatorluk döneminin yeniden toplumsal bileşim laboratuvarına dönüşmüştür.


Sürekli Göç Dünyasında Soykütüğü, Kültür ve Ekonomi


Dört yüzyıl boyunca devam eden bu çoklu göç dalgaları, soykütüklerinin doğrusal ve mekânsal olarak katmanlı, bölge-aşırı ve tarihsel olarak tortulaşmış olduğu bir toplumsal dünya üretmiştir. Özellikle Edirne, Filibe (Plovdiv), Yanbolu (Yambol), Dobruca, Varna ve Tuna havzasında bulunan Rumeli aileleri, kökenlerini sıklıkla Orta Anadolu’ya kadar izleyebilmektedir. Bu kökenler ya Karamanoğulları ve Celâlî dönemlerine ait belgelenmiş sürgünlerle ya da askerlik hizmeti, vakıf iskânı, zanaatkâr dolaşımı ve mülteci yerleştirme süreçlerine bağlı daha sonraki gönüllü göçlerle oluşmuştur.


Bu geçmiş, çoğu zaman belgelerle değil, sözlü anlatılar, evlilikler, meslek aktarımı ve mahalle hatıralarıyla yaşatılmıştır. Soy bağları genellikle tek bir kökene dayanmaz. Zaman içinde Anadolu, Balkanlar, bozkır ve Kafkasya kökenleri aynı aile içinde birleşmiştir.


Kültürel açıdan Türkmen, Balkan Müslüman, Tatar, Nogay ve Çerkes unsurların birleşimi gündelik pratiklerde, dil kullanımında, mutfakta, giyimde, müzikte, akrabalık örgütlenmesinde ve dinî ritüellerde sürekli bir sentezin yaşandığı son derece melez bir toplumsal manzara üretmiştir.


Dilsel düzeyde, Anadolu Türkçesi Balkan fonetik özellikleri ve bozkır kökenli kelime haznesiyle iç içe geçmiştir. Sûfî kurumları, mahalle camileri, askerî tekkeler ve vakıf külliyeleri yerinden edilmiş nüfusların hayır, emek ve cemaat aidiyeti etrafında şekillenen yeni ahlâk ekonomilerine eklemlendiği kültürel bütünleşme noktaları hâline gelmiştir. Bu kültürel melezlik karşılıklı yardımlaşma, ihtilaf çözümü ve toplumsal meşruiyet biçimlerini şekillendiren derin bir kurumsal yapı olmuştur.


Ekonomik olarak bu göçler, basit bir nüfus ikamesi değildir. Ardışık emek piyasası yeni yapılar yaratmıştır. Karamanoğulları ve Celâlî bölgelerinden gelen eski geçimlik köylüler, Rumeli kentlerinde ve tarım havzalarında piyasa yönelimli çiftçilere, taşımacılık işçilerine, tekstil zanaatkârlarına ve iaşe emekçilerine dönüşmüştür.


Tatar ve Nogay gibi bozkır kökenli gruplar, İstanbul’un ikmal sistemine bağlı tarım bölgelerine hayvancılığa dayalı ve hareketlilik temelli emek biçimlerini taşımıştır. Çerkes toplulukları, hayvancılık üretimi, taşıma kartelleri, atlı yardımcı askerî hizmet ve karma agro-askerî iskân modelleri yoluyla sınır ekonomilerini yeniden örgütlemiştir.


Bu farklı ekonomik uyarlanmalar, zamanla göçmen grupların tarım, ticaret, taşımacılık, güvenlik ve zanaat üretimi alanlarında tamamlayıcı roller üstlendiği, birbirine bağımlı bölgesel ekonomiler üretmiştir. Bu bakımdan göç, yalnızca bir ekonomik kopuş değil, imparatorluk ekonomik çeşitlenmesinin ve sınır bölgelerinin sermayelendirilmesinin temel bir mekanizması olarak işlemiştir.


Katmanlı göçler sonucunda ortaya çıkan Osmanlı demografik rejimi, 19. ve 20. yüzyıl milliyetçiliğinin tasarladığı homojen ulusal nüfuslardan kökten farklıdır. Osmanlı dünyasında kimlik oluşumu sabit etnisiteye değil, imparatorluk kurumlarına, ekonomik işleve, dinî aidiyete ve yerel hayatta kalma ağlarına bağlı olarak durumsal, çoğul ve ilişkisel bir nitelik taşımıştır.


Soy aidiyetleri yerinden edilme, iskân, evlilik ve mesleki dönüşüm yoluyla sürekli yeniden biçimlenmiş, böylece nüfuslar mekânsal olarak kök salmaktan ziyade tarihsel olarak hareketli kalmıştır. Bu karmaşık toplumsal morfoloji, en belirgin şekilde Trakya ve güney Balkanlar’da gözlemlenmekte, Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitliliği yalnızca yönettiğini değil, göç, ekonomik yeniden yapılanma ve devlet eliyle yürütülen demografik mühendislik yoluyla bizzat ürettiğini göstermektedir.


Modern dönemin etnik homojenleşmeye yönelik itici gücü, Osmanlı toplumsal düzeninin bir devamı değildir. Tarihsel olarak katmanlaşmış nüfus yapısından radikal bir kopuş eğilimidir.


Göç, Devletin Oluşumu ve İmparatorluk Yönetişimi


Bu makalede analiz edilen Osmanlı’nın nüfus hareketliliği yönetimi, göç ve devlet oluşumu üzerine karşılaştırmalı kuramlarla yakından örtüşmektedir. Charles Tilly’nin “devletler savaş yapar, savaş da devletleri yapar” fikri, Osmanlı örneğinde göçü de kapsayacak biçimde genişletilebilir. Nüfus hareketi, vergi tahsilatı, askerî ikmal ve toprak bütünleşmesinin bir aracı hâline gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu, nüfus hareketini yalnızca yöneten değil, onu aktif olarak üreten ve kanallandıran bir “altyapısal hareketlilik yönetişimi” biçiminin bir örneğini sunmaktadır.


Siyasal–ekonomik açıdan bu dinamik, Saskia Sassen’in büyük ölçekli kurumsal sistemlerin emeği ve mekânı zorunlu ve yarı-zorunlu hareketlilik yoluyla yeniden yapılandırdığına ilişkin analizleriyle de örtüşmektedir. Ancak, bu durum Osmanlı bağlamında, kapitalizm öncesi bir imparatorluk çerçevesinde gerçekleşmiştir.


Osmanlı dünyasında göç, esas olarak bireysel tercihlerin bir dışavurumu olmaktan ziyade, devlet gücünün piyasa oluşumu, askerî lojistik ve ekolojik kırılganlıkla kesişmesinin yapısal bir sonucu olmuştur. Bu anlamda imparatorluk, nüfusun yerinden edilmesi, yeniden iskânı ve yeniden bileşiminden oluşan süreçlerin süreklilik kazandığı bir “hareketlilik temelli politik iktisat” olarak işlemiştir.


Bu çerçeve, Osmanlı demografik tarihinin yalnızca ölçek bakımından değil, hareketlilik, kimlik ve toprağa aidiyetle kurduğu kökten farklı ilişkiler bakımından da imparatorlukların ulus-devletlerden nasıl ayrıştığını karşılaştırmalı bir zemine oturtmayı mümkün kılmaktadır.


Sonuç


15. yüzyıldan on 19. yüzyıla kadar Anadolu ve Rumeli, rastlantısal ya da kesintisel olmayan, bir politikanın sonucunda süreklilik arz eden ve birbirine eklemlenen nüfus hareketleriyle dönüşmüştür.


Fatih Sultan Mehmed döneminde başlatılan demografik stratejiler, sonraki yüzyıllar için kurumsal bir nüfus yönetimi şablonu oluşturmuştur. Celâlî isyanları, Osmanlı–Safevî sınır çatışmaları, bozkır kaynaklı yerinden edilme dalgaları ve Balkanlarda Osmanlı otoritesinin çöküşü, kriz, zorunluluk ve hayatta kalma ekseninde ilerleyen ardışık hareketlilik dalgaları üretmiştir. Bu süreçler yalnızca insanları mekân içinde yeniden dağıtmamış, imparatorluk çapında emek rejimlerini, toprak kullanımını, iaşe sistemlerini ve toplumsal hiyerarşileri de yeniden örgütlemiştir.


Bu dört yüzyıllık göç sürecinin kümülatif sonucu, Orta Anadolu, Trakya, Balkanlar, Kırım ve Kafkasya’yı, insan, beceri ve ekonomik işlevlerin sürekli dolaşımı yoluyla birbirine bağlayan ve yoğun biçimde bütünleşmiş bir imparatorluk demografik sistemi ortaya çıkarmıştır.


Bu bağlamda, eski Karamanoğulları toprakları, fethedilmiş bir siyasî yapının çevresel artıkları olmaktan ziyade sınır savunması, kentsel iaşe, tarımsal ticarileşme ve muhacir iskânını tek bir bütünleşik yapı içinde birleştiren imparatorluk demografik dolaşım ağlarına derinlemesine eklemlenmiştir.


Tarihsel seyir, Osmanlı İmparatorluğu’nun nüfus hareketlerini yalnızca kabullenen bir yapı olmadığını, hareketliliği imparatorluk düzeninin etkin bir aracı olarak bizzat ürettiğini ve yönettiğini ortaya koymaktadır. Zorunlu iskân (sürgün), sınır hattı dağıtımı, bozkır iskânı ve muhacir entegrasyonu yalnızca olağanüstü dönemlerin tepkisel uygulamaları değil, başlı başına bir devlet yönetim tekniğini (statecraft) oluşturmuştur.


Göç, aynı anda siyasal denetimin bir aracı, iktisadi dönüşüme yön vermenin bir motoru ve kültürel bütünleşmenin bir mekanizması olarak işlemiştir. Bu anlamda imparatorluk, halkların yerleşik biçimde bir arada bulunduğu sabit bir toprak parçası değil, hareketliliğin bizzat kendisi üzerinden işleyen dinamik bir göç rejimi olarak var olmuştur.


Katmanlı hareketler sonucunda ortaya çıkan demografik dünya, 19. ve 20. yüzyıl milliyetçiliğinin tasavvur ettiği homojen ulus topluluklarından kökten biçimde farklıdır. Osmanlı bağlamında kimlik, sabit etnik sınırlardan ziyade imparatorluk kurumları, ekonomik konumlanma, dinî aidiyet ve yerel hayatta kalma ağları tarafından şekillenen durumsal, çoğul ve ilişkisel bir nitelik taşımıştır.


Soy kütükleri, yerinden edilme, yeniden iskân, evlilik ve mesleki dönüşüm yoluyla sürekli yeniden biçimlenmiştir. Böylece nüfuslar, toprağa sabitlenmemiş, tarihsel olarak hareketli yapılara dönüşmüştür.


Durum, en açık biçimiyle Trakya ve güney Balkanlarda gözlenmektedir. Türkmen yerleşimleri, Karamanoğulları dönemi iskânları, bozkır göçleri, Kafkas muhacirleri ve Balkan Müslüman mülteci nüfusları burada kalıcı bir toplumsal mozaik hâlinde birleşmiştir. Bu bölge, Osmanlı çeşitliliğinin yalnızca fetih yoluyla devralınmadığını, bizzat göç, yeniden iktisadi örgütlenme ve demografik mühendislik yoluyla aktif biçimde üretildiğini göstermektedir.


Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı sonrasında yoğunlaşan modern etnik homojenleşme dürtüsü, Osmanlı toplumsal evriminin doğal bir devamı değil, onun tarihsel olarak katmanlı nüfus yapısından kökten kopuşudur.


Geç Osmanlı ve erken cumhuriyet geçişi, yalnızca bir siyasal rejim değişimi değil, nüfusun, kimliğin ve toprağın nasıl tahayyül edildiği ve yönetildiği konusunda da köklü bir dönüşümü temsil etmektedir.


Uzun dönemli demografik süreçleri anlamak, Anadolu ve Balkanlardaki modern ulusal kimliklerin yüzeyinin altında varlığını sürdüren derin soykütüksel, kültürel ve bölgesel süreklilikleri yorumlayabilmek açısından bir zorunluluktur.


Bu makalede analiz edilen, hareketlilik, katmanlı soy yapıları ve yerinden edilme yoluyla imparatorluk içi bütünleşme üzerine kurulu demografik düzen, Osmanlı yönetiminin sona ermesiyle birlikte kendiliğinden ortadan kalkmamıştır. 20. yüzyılın başında yükselen toprak merkezli milliyetçilik, topyekûn savaş ve devlet eliyle yürütülen homojenleştirme süreçleri tarafından şiddet yoluyla yeniden yapılandırılmıştır.


Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı ve Türk–Yunan nüfus mübadelesi, göçü imparatorluk içinde bütünleştirici bir araç olmaktan çıkarıp, ulus-devletin dışlayıcı bir aracına dönüştürmüştür. Osmanlı sistemi hareket yoluyla çeşitlilik üretirken, ortaya çıkan ulusal rejimler meşruiyetlerini etnik birleştirme, sınır saflaştırma ve demografik kapanma üzerinden inşa etmeye yönelmiştir.


Bu dizinin bir sonraki makalesi, geç imparatorluk döneminin esnek ve katmanlı nüfus dünyasının 1912–1923 arasında nasıl tasfiye edildiğini ve onun yerini egemenlik, kimlik ve toprak aidiyeti bakımından bütünüyle farklı bir mantığın nasıl aldığını inceleyecektir.


Yorumlar


© 2025 by Arda Tunca

bottom of page