top of page

Ekonomik Krizler ve Milliyetçiliğin Yükselişi: Küresel Bir Perspektif

Vatandaşlık bağının temelinde vatanseverlik vardır. İçine doğduğu kültürü, coğrafyayı, gelenekleri, edebiyatı, müziği sevmeyen insanlardan “vatandaş” yaratamazsınız. Vatandaşlık, içinde “sorumluluk” duygusunu barındıran bir kavramdır.


Vatanseverliğin tehlikeli dönüşümünde milliyetçilik kavramı yer alıyor. Vatanseverlik üzerine kurulu vatandaşlık kavramı bireylerin eşitliğini ifade ederken milliyetçilik, bir kitlenin vatandaşların üzerinde ve ötesinde üstünlüğünü ifade eder. Vatandaşlıktan (citizenship) milliyetçiliğe (nationalism) geçişle eşitlik ve adalet kavramlarının gücü ve anlamı zayıflıyor ya da kayboluyor. Bu geçiş süreci, demokrasiden uzaklaşmaya eğilimli bir toplumsal oluşumun zeminini hazırlıyor.


Bugün, yükselen milliyetçilik ile yüz yüzeyiz. Bu yükselişin arkasında 2007-09 krizinin etkilerinin güçlü olduğunu gözlemledik. Ancak, ekonomi ve uluslararası siyasetin tetiklediği demografik değişimlerin yarattığı göç sorunu milliyetçiliğin yükselişini açıklamakta önemli bir paya sahip. Göçmenlik olgusu, küreselleşme ile artan oranda konuşulan ve zamanla kontrolü kaybedilen bir konu başlığı haline geldi.


Vatandaşlık, bir ülkede yaratılmış ekonomik, politik, kültürel hakların tüm insanlıkla kapsayıcı olarak paylaşılması anlamına gelmez. Bu nedenle vatandaşlık, paylaşımcı değil, dışlayıcı niteliklidir. Vatandaşlık kavramının dışlayıcı nitelikli olması doğal ve kabul edilebilirdir. Vatandaşlığın içeriğinde tarihsel bir birikim ve bir kültürün yaratılma hikayesi vardır. Bu hikayeyi yaratanların ülkelerini ve kültürlerini koruma altında tutmaya çalışması anlaşılabilirdir ve milliyetçilik kavramıyla ilgisizdir.


Ahlâki olarak bozulmuş toplumlar zamanla kendi elit kitlelerini yaratırlar. Rüşvet, siyasi ve ekonomik rant yaratılması yoluyla belli kesimlerin kollanması eşitsizlik üretir. Bu noktada, etik değerlerini kaybetmiş bir toplum milliyetçiliğin bireysel özgürlükler ve vatandaşlık kavramlarını kenara koyan ve belirli bir topluluğa hitap etmeye yönelen yaklaşımlarıyla rahatlıkla kucaklaşabilir.


Milliyetçilik, sadece etnik köken ve/veya din üzerine değil, renk, dil, cinsiyet, cinsel tercihler gibi unsurların üzerine de inşa edilebilir. Milliyetçiliğin ulaşacağı sonuç, eşitsizlik üreten ve demokratik seviyesi düşmüş bir ülke ve toplumdur.


Ahlâki değerlerini yitirmiş toplumların milliyetçilik unsurlarıyla rahatlıkla kucaklaşabilmeleri ile kimlik siyasetinin güçlenebilme olasılığı güçlenir. Yaygınlaşan ahlâksızlık ve ardından milliyetçiliğin yükselmesi ve nihayetinde kimlik siyaseti kurumların birer araç olarak kullanılması ile uygulama alanı bulabilmektedir. Seçimler, referandumlar, bağımsız yargı, parlamento, kanunlar, kimlik siyasetinin araçları olarak kullanılabilir.


Vatandaş olmanın temelinde ahlak vardır. Vatandaşlık, okul yaşamında öğretilmesi gereken bir kavramdır. Gelişmiş ülkeler, vatandaşlar yaratabilmeyi başarmışlardır. Ekonomik kriz, yarattığı eşitsizlik ortamı ile vatandaş olmanın sorumluluk özelliğinin sorgulamasını beraberinde getirmiştir.


Kontrolsüz göç dalgalarıyla artan boyutta eşitsizlik yaşamaya başlayan vatandaşlar eşit bireyler olmak yerine kitleler oluşturarak kimlik aramaya yöneldiler. Amaç, zayıflayan vatandaşlık özellikleri karşısında dayanışma ihtiyacı oldu. Diğer bir ifadeyle, farklı kavramlar üzerine oturtulan milliyetçi eğilimler güç kazanmaya başladı.


Büyük işsizlik dalgaları, enflasyon, gelir adaletsizliği ve ekonomik belirsizlik, bireyleri yeni kimlik ve aidiyet arayışlarına iter. Tarih boyunca ekonomik krizler, aşırı milliyetçi hareketlerin ve otoriter rejimlerin yükselmesine zemin hazırlamıştır.


Ekonomik krizler ve milliyetçiliğin yükselişi arasında döngüsel bir ilişki olduğu söylenebilir:


  1. Ekonomik kriz ile işsizlik, enflasyon ve güvensizlik artar. İşsizlik, enflasyon ve yoksulluk arttıkça, toplumda öfke ve huzursuzluk yayılır. İnsanlar, bu krizin sorumlusunu dışarıda veya içeride aramaya başlar. Üst sınıflar krizi daha az hissederken, alt ve orta sınıflar sert şekilde etkilenir.

  2. Krizden farklı gruplar (göçmenler, etnik azınlıklar, yabancı yatırımcılar vb.) sorumlu tutulabilir. Siyasi aktörler halkı birleştirmek ve dış düşman yaratmak için milliyetçi söylemi kullanır.

  3. Milliyetçi politikalar ile korumacılık, izolasyonist politikalar, ulusal kimlik vurgusu krizden çıkış yolu olarak sunulur. “Ekonomik sorunlarımızın sebebi dış güçler" gibi söylemler yaygınlaşabilir. Hükümetler, ekonomik başarısızlıklarını gizlemek için milliyetçi söylemleri artırabilir.

  4. Toplum içindeki farklı gruplar arasındaki çatışmalar keskinleşir, bölünmeler ve kutuplaşma ivme kazanır.


Büyük Depresyon (1929) ve öncesindeki işsizlik ve hiperenflasyon, Almanya’da Nazizmin doğuşunu hazırlamıştır. Adolf Hitler ve Nasyonal Sosyalist Parti, ekonomik sorunları ötekileştirici milliyetçilikle ilişkilendirmiştir. Arka arkaya yaşanan krizler, toplumun kutuplaşma eğilimini artırmıştır.


Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla büyük bir ekonomik çöküş yaşanmıştır. Batı karşıtı söylemler güçlenerek Putin’in “Güçlü Rusya” politikasının temelleri atılmıştır. Ulusal kimlik, ekonomik istikrarsızlığa karşı birleştirici bir araç olarak kullanılmıştır.


1997’deki Asya Finansal Krizi ile birlikte Endonezya ekonomisi büyük zarar gömüş, işsizlik ve yoksulluk artmıştır. Çin kökenli azınlık günah keçisi ilan edilerek milliyetçi şiddet olaylarında artış yaşanmıştır. Korumacı politikalar devreye sokulmuştur.


2008 sonrası Amerikan işçi sınıfı, küresel ticaret ve göçmenleri suçladı. Trump’ın “Önce Amerika” politikası milliyetçiliğin ekonomik kriz sonrası bir savunma mekanizması haline geldiğini gösterdi. 2008 krizi sonrası ekonomik kaygılar AB karşıtı söylemleri de artırdı. İngiltere’de Brexit süreci, milliyetçi reflekslerin kriz sonrası nasıl güçlenebileceğini gösterdi.


Bugün, özgür, sorumlu, eşitlikçi vatandaşlar çoğu toplumda bloklara ayrılmış durumda. Bu bloklara hitap etmek isteyen “kurtarıcı” olma iddiasındaki siyasetçiler farklı kimlikleri temsil eden kitlelerin oylarına talip oluyorlar ve iktidara geliyorlar.


Ana akımda yer alan yaklaşık son 80 yılın iktisadı ve siyaseti insanlığı memnun etmekten uzak kaldı. Bu sürecin kazananları önce Batı toplumları iken 1980’lerden itibaren Doğu topumları oldu. Doğu, hiçbir zaman Batı’nın vatandaşlık ve demokrasi anlayışına sahip olmadı. Ancak, güçlü liderlik ve kontrollü piyasa yönetimi çerçevesinde büyük ölçüde otoriter nitelikli tercihler kullanarak ve bu yolla belirli alanlara odaklanarak Batı’nın ekonomik verilerini ve teknolojisini zorlayan kalkınma adımları atabildiler.


Populizm mi kutuplaşmayı besliyor, kutuplaşma mı populizmi besliyor? Her iki kavram da birbirinden besleniyor. Ancak, kutuplaşmaya başlayan ya da en azından kutuplaşma eğilimi gösteren toplumların populizme yol verdiğini düşünmek için bugün çok sayıda örnek mevcut. Diğer bir ifadeyle, bugünkü sürecin çeşitli nedenlerle kökeni kutuplaşmaya eğilim göstermeye başlamış toplumlarda yer alıyor.


Yukarıdaki satırlardan yola çıkarak, ahlaki değerlerini kaybeden toplumların kutuplaşma eğilimlerini arturarak eninde sonunda demokrasiden uzaklaşacaklarını ve bir çöküş yaşayacaklarını ifade etmek mümkün. Hatta, böyle bir sürecin sonunda bir medeniyetin çökme noktasına gitmesi dahi mümkün. Ortak değerlerle birbirine bağlanmış toplumlar vatandaşlık kavramı temelli demokrasiler yaratıyorlar.


Yaklaşık olarak son 40 yılın hakim iktisat felsefesi eşitlik kavramını dikkate almazken ve dolu dizgin küreselleşme yolunda büyümeye, sermaye birikimine, finansallaşmaya odaklanırken eşitsizlik dikkate alınmadığı için ahlaki çöküşün, milliyetçiliğin ve ardından kimlik siyasetinin canlanacağını hesaba katmadı. Bir anlamda, kendi çöküşünü hazırlayan koşulları oluşturdu. Bu noktada, Minsky’nin iktisat öğretisi çerçevesinde her istikrarın kendi çöküşünü hazırladığına dair görüşleri dikkate değer.


Bu yazının odaklandığı konular bir sonucu anlatıyor. Bugüne kadarki yazılarımın çoğunda ve katıldığım televizyon programlarında finansallaşmanın sosyal faydası olmadığını dile getirdim. Finansallaşmanın deregülasyonla derinleştirilmesi ve yaygınlaştırılmasının yaratabileceği olası hasarlardan söz ettim.


Şimdi, yaklaşık olarak son 40 yılın hakim iktisadi ve siyasi görüşleri sertleşerek hakimiyetini artırıyor. Bu şartlar altında, olumlu beklentiler geliştirmek mümkün mü?


Büyük ölçüde, ekonomide kaydedilen gelişmelerin sosyal sonuçları yaşanıyor. Bu sonuçların arka tarafında enflasyon, faiz, dış ticaret dengesi, sermaye piyasaları, vergiler, rekabet ve bölüşüm gibi değişkenler var. Bölüşümün kararı önemli ölçüde kurumlarda alınıyor. Kurumların nitelikli varlığı toplumların geleceğini belirliyor. Kurumlar ile bu yazıda dile getirdiğim vatandaşlık kavramı arasında güçlü bağlar var. Kurumları, güç ilişkilerini ve toplumsal algıyı dikkate alan iktisat sosyolojisinden kopulduğunda sonuçlar, dünyanın bugün yaşamakta olduğu gibi oluyor.


İklim krizi ve yapay zekanın varoluşsal tehditlerine direnebilirlerse, aydınlık günleri artık ancak gelecek nesillerin görebilmesi ihtimal dahilinde.


Milliyetçilik dalgası ile küresel iş birlikleri ve demokratik değerlerin korunması arasında doğrudan bağlantı bulunuyor. Tarih gösteriyor ki ekonomik çalkantılar milliyetçiliği artıran en güçlü etkenlerden biri olmaya devam edecek.


Ekonomi, uluslararasılaşma eğiliminde iken siyaset, yerel unsurlarla uygulama buluyor. Söz konusu asimetrik durum ile küreselleşmenin “küreselleşilmiş koullarda barış ve ortak refah” sunması mümkün değil.

Yorumlar


© 2025 by Arda Tunca

bottom of page