top of page

Veri Merkezciliğin Ötesinde Yaşam Merkezli Bir Politik İktisat

Son yıllarda, veriye dayalı analizlerin yaygınlaşması iktisadın epistemolojik temellerini yeniden şekillendirdi. Güçlenen hesaplama kapasitesi ve algoritmik öğrenme, belirsizliği hesaplanabilir bir olasılığa, karmaşıklığı ise yönetilebilir bir öngörüye dönüştürme iddiası taşımaktadır. Ancak veri, kavramsal bir yetersizliği gizlemektedir. İktisat, artan ağırlıkla ampirik bir teknokrasiye dönüştükçe, toplumsal araştırmayı anlamlı kılan unsurları (bağlam, amaç ve insani sonuçlar) gözden kaçırma riski ile karşı karşıya kalmıştır.


Verinin Epistemik Sınırları


“Veriye dayalı” akıl yürütmeye yöneliş, güçlü bir yöntemi ifade eder ve vazgeçilmezdir. Makroekonomik tahminlerden davranışsal yönlendirmelere kadar uzanan bir alanda, büyük veri setlerinin ekonomik gerçekliğin temel yapısını ortaya çıkarabileceği düşünülmektedir. Ancak ekonomi, kapalı ve yasa benzeri bir sistem değildir. İstikrarlı tekrarların mekanik biçimde ortaya çıkabileceği bir alan değildir.


Ekonomi, kurumlar, normlar ve değişen güç ilişkileri tarafından şekillenen, açık, evrilen ve tarihsel gelişmelere bağımlı bir alandır.


Veri, tek başına yeterli bir epistemoloji olarak ele alındığında, veri merkezcilik (dataism) bir tür ampirik indirgemeciliğe dönüşür. Sadece görüneni bilgi, sadece ölçülebileni gerçek kabul eder. Sonuç, Nancy Cartwright’ın (2007) “ölçüm yanılsaması” olarak adlandırdığı kavrama yol açar. Diğer bir ifadeyle, nedensel anlamın istatistiksel korelasyonla ikame edilebileceği düşüncesine. Böylece, özellikle geçmişe dayalı modellerin geleceği öngöremediği yapısal kırılma anlarında epistemik bir körlük ortaya çıkar.


Teknokrasiden Yoruma Dayalı (Hermönetik) Anlayışa


Verinin egemenliği, yorumu ortadan kaldırmamış, yorumu algoritmaların ardına gizlemiştir. Her veri seti, neyin ölçüleceğine ve nasıl sınıflandırılacağına ilişkin bir dizi ön seçimi içerir. Neyin ölçüleceği, nasıl sınıflandırılacağı, kimin davranışının “ilgili” sayılacağı gibi. Bu tercihler hiçbir zaman tarafsız değildir.


Tercihler, insanların neyi neden yaptıklarına, refahın ne anlama geldiğine ve rasyonel davranışın nasıl tanımlandığına dair açıkça ifade edilmemiş yoruma dayalı (hermönetik) varsayımları yansıtır. Amartya Sen’in (1985)  ifade ettiği üzere, kavramsal netlik olmaksızın yapılan ölçüm, refah ve özgürlük hakkında yanıltıcı sonuçlara yol açar.


İktisadın yorumsal boyutunu yeniden kazanmak, ampirizmi terk etmek anlamına gelmez. Aksine, yorumsal boyutun amacını yeniden tanımlamak anlamına gelir. Veri, hangi soruların önemli olduğuna karar vermemelidir. Anlamın ortaya çıktığı koşulları aydınlatmalıdır. Hermenötik biçimde anlaşılan iktisat, kanıt ile anlayış arasında bir diyalog haline gelmelidir. Birinin diğerine asimetrik tahakkümü değil.


Verinin Politik İktisadı


“Veri devrimi” kapitalizmi yeniden yapılandırmıştır. Veri, insan deneyiminden çıkarılan ve algoritmik denetime dönüştürülen yeni bir üretim faktörü, bir sermaye biçimi haline gelmiştir.


Shoshana Zuboff’un (2019) ifade ettiği üzere, gözetim kapitalizmi, yaşanmış davranışları öngörü değeri taşıyan meta biçimlerine çevirerek toplumsal yaşamı mülkiyet altındaki dijital altyapılara hapseder. Bu süreç, David Harvey’nin (2014) el koyma yoluyla birikim (accumulation by dispossession) olarak adlandırdığı olguyu bilgi alanına taşır.


Verinin eleştirel bir politik iktisadı olmalı ve şu soruyu sormalıdır: Tahmin araçlarının mülkiyeti kime aittir? İktisadi bilginin üretimi giderek birkaç şirketin kontrolündeki devasa dijital altyapılara bağımlı hale geldikçe, veriyi toplama, işleme ve ticarileştirme gücü yoğun biçimde merkezileşmiştir.


UNCTAD’ın Dijital Ekonomi Raporu 2021’e göre, 10 küresel teknoloji şirketi dünya bulut bilişim kapasitesinin %80’inden fazlasını ve özel sektördeki yapay zekâ yatırımlarının üçte ikisinden fazlasını kontrol etmektedir. Bu yoğunlaşma, birkaç platformun (Google, Amazon, Microsoft, Apple, Meta ve bunların Çinli muadilleri) dünyanın büyük kısmındaki bilgi akışını yönlendiren altyapılara egemen olmasına olanak tanımaktadır.


Nick Srnicek’in (2017) belirttiği üzere, bu şirketler platform tekelleri olarak işlev görmektedir. Söz konusu şirketler, yalnızca kâr biriktirmemektedir. Aynı zamanda, epistemik güç, diğer bir ifadeyle dijital ekonomide bilginin ve öngörünün ne olduğuna karar verme yetkisini de biriktirmektedir.


Sonuç, veriyi üreten bireyler ve kurumlar ile analitik kapasiteyi veriyi işleme, saklama ve yorumlama gücü ile elinde bulunduran küresel platformlar arasında derin bir yapısal asimetri yaratmaktadır. Bireyler, küçük işletmeler ve hatta hükümetler bile, içinde yaşadıkları toplumlara dair bilgiye erişmek ve yorumlamak için mülkiyet altındaki platformlara giderek daha bağımlı hale gelmişlerdir.


Shoshana Zuboff (2019), bu yeni düzeni, gündelik yaşamdan çıkarılan davranışsal verilerin kurumsal çıkarlara hizmet eden öngörü ürünlerine dönüştürüldüğü bir gözetim kapitalizmi olarak adlandırmaktadır. Benzer biçimde, Couldry ve Mejias (2019), bu süreci bir veri sömürgeciliği olarak tanımlamaktadır. Buna, insan deneyiminin, küresel servet ve bilgi hiyerarşilerini güçlendiren nicel kaynaklara dönüştürülmesi de denebilir. Bu bağlamda, epistemik adalet (kimin bilme ve yorumlama hakkına sahip olduğu) meselesi, iktisadi demokrasi (bilinen şeyden kimin yararlandığı) meselesinden ayrılamaz bir hale gelir.


Bu durumda, özel mülkiyet ve algoritmik kapalılık tarafından yönetilen veriye dayalı ekonomi, ölçmeye çalıştığı eşitsizlikleri yeniden üretir hale gelir. Şeffaflık çağı olarak görünen şey, gerçekte yeni bir kapalılığı ifade etmektedir. Nesnellik kisvesi altında bilginin tekelleştirilmesi söz konusudur. Dolayısıyla, büyük veri çağında tüm piyasa aktörleri kimilerince iddia edildiği üzere, tüm bilgilere eşit olarak sahip değildir.


Yaşam Merkezli Bir Epistemolojiye Doğru


Alternatif, veriyi reddetmekte değil, verinin rolünü yaşamın daha geniş bir ontolojisi içinde yeniden tasavvur etmektedir. Veri, yaşayan sistemlerin yorumuna hizmet etmelidir. Amacı, ekonomik faaliyetin ekolojik denge, toplumsal refah ve insan yaratıcılığıyla nasıl etkileşime girdiğini anlamamızı derinleştirmek olmalıdır. Verinin amacı, yaşamın karmaşıklığını optimize edilecek değişkenlere indirgemek olmamalıdır.


Yaşam merkezli bir iktisat, bilgiyi ilişkisel olarak ele alır. Veriyi, toplumlar ile ekolojik çevreleri arasındaki etkileşimden doğan bir olgu olarak görür. Bu yaklaşım, ekonomiyi dinamik, uyarlanabilir ve tarihsel olarak temellenmiş bir sistem olarak değerlendiren post-Keynesyen, evrimci ve ekolojik geleneklerle uyumludur.


Böylesi bir epistemoloji, anlamın, etiğin ve sürdürülebilirliğin önceliğini tesis etme amacı taşır. Dirençli ve verimli olmak, bir ekonominin toplumsal, ekolojik ve insani açıdan ‘yaşayan’ bir sistem olduğunu kanıtlamaz. Zira refah, yalnızca hesaplanabilir göstergelerden türeyen bir sonuç değildir. Toplumsal deneyim, tarihsel bağlam ve değer yargılarıyla şekillenen bir olgudur. Bu bakış açısında veri, bir kehanet değil, bir lisandır. Diğer bir ifadeyle, anlamı oluşturmak için kullanılan, yoruma, eleştiriye ve ahlaki düşünceye açık bir lisan.


Piyasalar, Politika ve Yorum Etiği


Piyasa aktörleri ile politika yapıcılar arasındaki ayrım, veriye dayalı iktisat tartışmasında son derece kritik bir sınıra işaret eder.


Piyasalar ahlaki organizmalar değil, koordinasyon kavramı çerçevesinde sosyolojik yapılarıdır. İşlevleri, bilgiyi işlemektir. Bilginin yorumunu ekonomik çıkar odaklı olarak yaparlar. Friedrich Hayek’in belirttiği üzere, piyasalar “bilginin toplum içindeki kullanımını” fiyat mekanizması aracılığıyla, merkezi komut yerine mümkün kıldıkları için güçlüdür. Ancak, bu koordinasyon epistemiktir, etik değildir. Dağınık verileri kısıtlılık ve tercih optimizasyonu sinyallerine dönüştürürler. Ancak, adalet ve çevresel sürdürülebilirlik karşısında kayıtsızdırlar. Bu nedenle piyasalar, düşünsel değil, tepkisel sistemlerdir.


Buna karşılık, politika yapımı ahlaki tarafsızlık içinde işlememelidir. İktisadi politika bir yorum eylemidir. Salt hesaplamalara dayanamaz. Nicel kanıtları, toplumların kurumlarına, kültürlerine ve tarihine gömülü bir anlam ağına tercüme etmelidirler.


Dani Rodrik’in (2015) belirttiği üzere, iktisadi politikalar doğaları gereği bağlama (context) bağımlıdır. Bir kurumsal ortamda işleyen şey, bir başkasında yıkıcı biçimde başarısız olabilir.


Veri, olasılıkları aydınlatabilir, ancak öncelikleri tanımlayamaz. Bu nedenle, politika yapımı, tarihsel bilgiyi, kültürel çeşitliliği, sınıfsal yapıları ve ekolojik sınırlamaları karar çerçevesine entegre etmelidir. İstatistiksel ölçümün yakalayamadığı, ancak toplumsal gerçekliği tanımlayan boyutları görebilmelidir.


Piyasalar ile politika arasındaki asimetri bir sorumluluk meselesidir. Piyasa aktörleri, hissedarlarına ve kısa vadeli verimlilik göstergelerine karşı sorumludur. Politika yapıcılar ise vatandaşlara, gelecek nesillere ve yönetişimin ahlaki meşruiyetine karşı sorumludur.


Her iki alan da tamamen veriye dayalı bir rasyonalite benimsediğinde, siyasal yargı algoritmik kararcılığa dönüşme riski taşır. Jürgen Habermas (1984), iletişimsel eylem kuramında bu tür eğilimler konusunda uyarmıştır. Araçsal rasyonalite kamusal alanı kolonize ettiğinde, müzakere hesaplamaya yenik düşer ve demokratik meşruiyet erozyona uğrar.


Mesele, veriyi reddetmek değil, onu yorum etiği içinde yeniden konumlandırmaktır. Piyasalar bilgiyle işleyebilir, ancak politika veriden “destek alan” bir anlayışla işlemelidir.


Yaşam merkezli bir politik iktisatta veri, kararların belirleyicisi değil, kararları düşünürken başvurulan bir referans noktası olmalıdır. Veri, akıl yürütmeye yardımcı olan, ancak aklın yerine geçmeyen bir araç olmalıdır. Veri, ancak ve ancak kültür, tarih ve demokratik müzakere merceğinden geçirildiğinde toplumsal faydaya hizmet edebilir. Piyasaların hesaplayıcı mantığı alt bir boyut olmalı ve o sınırlar içinde kalmalıdır.


Sonuç


Veri merkezciliğin ötesine geçmek, bilimden geri adım atmak değildir. Tam tersine, verinin felsefi özünü anlamaktır. Piyasanın veri tahmininin ötesinde, anlayış arayışını yakalamaktır. Anlamı unutan veriye dayalı bir iktisat, ölçüm mekaniğinin çarkına dönüşür. Güçlü olabilir ama kördür. İktisat, bugün için körleşmiştir.


Anlamı yeniden kazanmak, veriyi yaşamın, tarihin ve değerin derin yapılarına yerleştirmeyi gerektirir. Ancak o zaman iktisat, algoritmik yanılsamayı aşabilir ve hizmet etmesi gereken insani diyaloğa yeniden katılabilir. Bugün, bu noktadan bir hayli uzakta duruyor.


Yapay genel zekânın (AGI) yükselişi, teknik bir sıçramadan çok, insanlığın anlam üretme kapasitesine yönelmiş bir meydan okumadır. Mesele, insanın kendi anlam, etik ve sorumluluk alanını koruyup koruyamayacağıdır.


Teknik olarak AGI, insan zihninin hesaplama, öğrenme ve hatta yaratma kapasitesini aşabilir. Ancak, insan zekâsı yalnızca bilgi işlemeye değil, anlam kurmaya dayanır.


Bir makine sembolleri işleyebilir. Ancak, onların tarihsel, kültürel ve ahlaki bağlamını anlamaz. Hubert Dreyfus’un (1992) belirttiği gibi, anlam yalnızca semboller arası ilişkiden doğmaz. Bedensel deneyim, tarihsel farkındalık ve toplumsal bağlam gerektirir. Bu nedenle AGI, insanın bilişsel işlevlerini taklit etse bile, insanın varoluşsal derinliğini paylaşamaz.


Hans Jonas (1984), teknolojik kudretin sınırlarını tartışırken, insanlığın görevinin doğayı dönüştürmek değil, kendi gücünün sınırlarını anlamak olduğunu vurgular. AGI’ın yükselişi, bu sınır bilincinin kaybolma riskini beraberinde getirir. Zira algoritmik zeka, değer yargılarından arınmış bir rasyonalite sunar. Değer yargılarından arınmış bir rasyonalite etik bir boşluk yaratır. Bu boşlukta bilgi üretimi anlamdan kopar. Veri, yaşamın yorumuna değil, araçsallaştırılmasına hizmet eder hale gelir.


Bu gelişme, yalnızca üretim süreçlerini değil, insan öznesinin konumunu da dönüştürmektedir. Hannah Arendt’in (1958) belirttiği üzere, insanın ayırt edici niteliği emek değil, eylemdir. Diğer bir ifadeyle, anlam yaratma, söz söyleme ve etik karar verme kapasitesidir. AGI’ın yükselişiyle birlikte, insanın eylem alanı giderek daralabilir. Bilgi üretimi otomatikleşirken, anlam üretimi marjinalleşebilir. İnsan bilgiye sahip olmaya devam ederken bilgiyi anlama yetisini kaybedebilir.


Nick Bostrom’un (2014) belirttiği üzere, AGI yalnızca teknolojik bir olgu değildir. İnsanlığın değer sistemlerini yeniden tanımlama zorunluluğunu beraberinde getirecek bir unsurdur. Bilimsel ilerleme, kendi etik zemininden koparsa, insanın varoluşsal bütünlüğü tehlikeye girer.


Siyasi otorite vatandaşlara hizmet etmeyi bırakıp şirketlerin çıkarlarına hizmet etmeye başladığında, politika yapımı piyasa mantığının bir uzantısına dönüşür. Bu olgu, dünyanın pek çok ekonomisinde gözlemlense de, özellikle ABD’de belirgin biçimde demokratik yönetişimi bir tür düzenleyici esarete (regulatory capture) dönüştürmüştür. Bu koşullar altında kamu kurumları, iş dünyasının dilini, ölçütlerini ve saikini benimser. Devlet, biçimsel olarak verimli ama ahlaki açıdan içi boş bir piyasa rasyonalitesini taklit etmeye başlar.


Piyasalar, klasik teorinin varsaydığı gibi kendiliğinden dengeye ulaşan organizmalar değildir. Piyasalar, iktidar alanlarıdır. Sürekli olarak siyasal mücadeleler, kurumsal tasarımlar ve düzenlemelerin dağıtıcı sonuçları tarafından biçimlendirilir.


Arz ve talep dengesinin görünen yüzünün ardında emek ile sermaye, kamusal refah ile özel kâr, demokratik hesap verebilirlik ile oligarşik nüfuz çatışmaları yer almaktadır. Bu güçler ekonomik kuralları ve beklentileri biçimlendirdiği sürece, “piyasa dengesi” kendiliğinden düzenin değil, yapılandırılmış iktidarın bir ürünüdür.


Sonuçlar derindir. Toplumsal ihtiyaçlar yatırım fırsatlarına indirgenir. Kamusal müzakere yerini lobiciliğe bırakır. Ahlaki yargı yerini maliyet–fayda hesaplarına bırakır. Kamusal yarar için veriyi yorumlamakla yükümlü olan politika, veriyi sermaye birikimi için optimize eder hale gelir. Jürgen Habermas’ın belirttiği üzere, araçsal rasyonalite siyasal alanı kolonize ettiğinde, demokrasi normatif içeriğini yitirerek salt biçimsel bir sürece dönüşür. Ölçer ama anlamaz hale gelir.


Yaşam merkezli bir politik iktisat, bu noktada yeni bir yön önerebilir. Hem AGI, hem de veri ekonomisi yalnızca verimlilik üzerine değil, anlamın ve sorumluluğun yeniden paylaşımı üzerine inşa edilmelidir. Teknolojinin amacı, insanın yerini almak değil, insanı tamamlamak olmalıdır. Aksi halde, bilgi birikirken anlam tükenecektir.


Yorumlar


© 2025 by Arda Tunca

bottom of page