Berlin 1978
- Arda Tunca
- 8 Kas 2024
- 4 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 31 Ara 2024
Çocukluk yaşlarındaydım ama her şeyi hatırlıyorum. Brandenburg’un önünde, bomboş bir Unter den Linden Caddesi. Her yer bembeyaz. Berlin karla kaplı. Dondurucu bir soğuk var.
Evdeki konuşmaları hatırlıyorum. İtalya’ya mı gitsek? Evet ama İtalya’ya her zaman gidilir.
1968’de, üniversite öğrencisi iken ve BASF’te staj yaparken Mannheim’dan Berlin’e gittiğini ve çok enteresan şeyler gördüğünü anlatıyor babam. Ya duvar bir gün yıkılırsa? "Bir daha görme şansı bulamayacağımız şeyleri görelim, tarihe tanıklık edelim" diyor babam ısrarla. “Boşverin şimdi İtalya’yı, Demokratik Almanya adında bir ülke de, bugün orada olan duvar da kalmayacak bir gün” diyor. İtalya yerinde duruyor nasılsa. Karar veriliyor ve kaplumbağa Volswagen arabamızla Regensburg’tan Berlin’e yola çıkıyoruz.
Babam, gördüğümüz herşeyi anlatmaya meraklı ve istekli. Biz de dinliyoruz kendisini. Yaşıma göre konuların ağır gelip gelmeyeceğini düşünmeden anlatıyor. Gördüklerim ve dinlediklerimden etkileniyorum. Anlamaya çalışıyorum her şeyi.
Batı Berlin rengarenk. Sokaklar ışıltılı yılbaşı ağaçları ile süslenmiş. Mağazalar, evler, her yerden renk fışkırıyor. Aslında, buna çok şaşmamam gerekiyor ama şaşkınlığımın sebebi, henüz görmediğim Doğu Berlin.
Federal Almanya’dan Demokratik Almanya’ya geçiş serbest. Ancak, Demokratik Almanya’dan Federal Almanya’ya geçiş yasak. Bugün, bu iki ülke de yok. 3 Ekim 1990’da birleştiler ve Almanya oldular.
Checkpoint Charlie’den Doğu Berlin’e rahatça geçiliyor. Doğu Berlin'e adım atmamızla birlikte, dünya çarpıcı bir şekilde renk değiştiriveriyor. Batı Berlin’in renkli dünyası, bembeyaz karın üzerinden siyah-beyaz fotoğraf kareleri sunmaya başlıyor ansızın. Karın beyazı dışında, her yer siyah ve gri Doğu Berlin'de. Renkli makara ile çekilen fotoğraflar, siyah-beyaz makara ile çekilmiş fotoğraflar gibi görüntü veriyor. Doğu Berlin’i gördükten sonra anlıyorum Batı Berlin’deki renkleri. Çok daha iyi algılıyorum gördüklerimi.
İnsanlar ekmek kuyruğunda. Benzi soluk, beyaz yüzlü kadınlar ekmek almak için sıra bekliyorlar. Kimse gülmüyor. Suratlar asık. Şişman erkeklerin öfkeli olduklarını anlatan suratları var.
İki sıra halinde bir duvar var. Duvarın üzerinde teller var, elektrik yüklü. Doğu Berlin’den Batı Berlin’e çok kaçış denemesi olmuş ama başaramayan da çok olmuş. Tellere takılıp elektriğe çarpılanlar, tünel kazıp kaçmak isteyenler…
Doğu Almanya’nın kasvetli, karın sessizliği ile iyice sessizleşmiş dünyası etkiliyor insanı. Doğu Berlin’den Batı Berlin’e dönüyoruz. Her gezdiğimiz ülkeden madeni paralar topluyorum çocukluğumda. Doğu Berlin'den çıkarken de cebimde çok sayıda Demokratik Almanya parası var. Sınırı geçerken, bu paraları cebimden çıkarmıyorum elimde oynamak için. İyi ki çıkarmamışım.
Sınırdaki askerler, henüz çok küçük olan ve aracımızda uyumakta olan kardeşim Tuna’yı uyandırmamızı ve araçtan dışarı çıkarmamızı istiyorlar. Annem ve babam direniyorlar. Bir bebeğin dondurucu bir soğukta nasıl dışarı çıkarılması gerektiğini anlamadıklarını ifade eden sözler sarf ediyor annem ve babam ama olmuyor. Kardeşimi dışarı çıkarmakla kalmıyorlar, zorla uyandırıyorlar. Sinirler geriliyor bu anlamsız kontrollerle ama yapacak bir şey yok.
Berlin'den Regensburg'a döndükten sonra öğrendiklerimize şaşırıyoruz. Demokratik Almanya’dan Federal Almanya’ya para çıkarmanın 3 yıl hapis cezası varmış meğer. Oyuncak bebeklerin içine canlı bebek yerleştirip, oyuncak bebekleri de dikerek çocukları Batı Berlin’den Doğu Berlin’e kaçırıyorlarmış. Yaşadıklarımız anlamlanıyor bunları öğrenince.
Doğu Berlin’den sonra, Unter den Linden çok daha renkli. Brandenburg’un Batı Berlin tarafından, duvarın öte yanına dair algımız çok farklı artık. Bu kadar şeyi nasıl hatırladığıma, o yaşta nasıl yorumladığıma şaşırıyorum ama iyi ki ısrar etmiş babam diyorum yıllar sonra. Bugün, tarihe tanıklık etmiş olmanın ve bu yazıyı yazabiliyor olmanın tuhaf bir tadı var.
Eylül 1989’da, aile dostumuz Hans Gerd Kuxdorf ve öğrencileriyle İstanbul’dan başlayıp Akdeniz’e uzanan ve her taşın altında hangi hikayenin yattığını tek tek okuyarak, konuşarak, tarihi keşfettiğimiz üç haftalık bir geziye çıkıyoruz. Türkiye’nin antik tarihini çalışmadan önce İstanbul'un altını üstüne getiriyoruz. Bir sabah kahvaltısı sonrasında, gözlerimiz televizyona takılıyor. Hepimiz kilitleniyoruz ekrana. Demokratik Almanya vatandaşlarının Doğu Berlin’den Çekoslovakya’ya ve ardından da Bavyera üzerinden Federal Almanya’ya geçtiklerini öğreniyoruz. Sınırlar açılıyor. Olacak iş değil. Babamın ısrarını hatırlıyorum o an. İlerleyen aylarda, duvar yıkılıyor. Babam haklı çıkıyor.
Grupta, Almanya’da yaşanan gelişmeler konuşuluyor ilerleyen günlerde. Bir yandan Assos’un, Bergama’nın, Efes’in, Didim’in antik kentlerindeyiz, diğer yandan gözlerimiz, kulaklarımız Almanya’dan gelen haberlerde. Yaşananları konuşuyoruz haberleri dinledikten sonra. 1978 gezimizi anlatıyorum gruptakilere. İçlerinde Berlin’i hiç görmeyenler var. Berlin’i, duvarı, çocukluk izlenimlerimi, Unter den Linden’i anlatıyorum. Bir Türk olarak 18-19 yaşındaki Almanlar'a Berlin’i ve Demokratik Almanya’yı anlatmam aramızda son derece ilginç konuşmaların geçmesine neden oluyor.
Cenevre’de, DuPont’ta çalıştığım günlerdeyim. Alman bir yönetici ile sürekli sohbet ediyoruz. Odasından asla çıkmadan çalışıyor. Ara sıra takılıyor bana “genç Türk, nasılsın” diye. 1996’da, yaşım 25. Sohbetlerimiz zamanla koyulaşıyor. Hayatında ilk kez çalışma saatleri içinde odasından çıkıyor ve şirketin kafeteryasında bana kahve ısmarlıyor. Başlıyor anlatmaya.
1961’de, duvarın örülmesiyle, o günlerde kız arkadaşı olan karısı ile nasıl ayrı düştüğünü ve 9 yıl boyunca neler yaşadığını anlatıyor. Birbirlerine özlemle, duvarın iki tarafındaki binalardan birbirlerini görebilecekleri en yakın mesafeye nasıl ulaşıp karşılıklı el salladıklarını anlatıyor. 9 yıl böyle yaşadıktan, mektuplaştıktan sonra karısını bir şekilde Batı Berlin’e kaçırıyor. “Almanlar'a Almanlar’dan fazla zarar veren olmamıştır” diyor ve kendi hikayesini anlatıyor. Etkileniyorum.
Hiç kimseyle yapmadığı sohbetlerini benimle yapıyordu ve ben Cenevre’den ayrılırken bana bir veda yemeği düzenlendi. Araba meraklısıydı. Çok özel günlerde çıkardığı üstü açık arabası ile beni yemek yiyeceğimiz yere götürdü. Yaş farkımız büyüktü ama çok keyifli bir dostluk yakalamıştık ve bana Almanya’yı, Berlin’i anlattı sık sık. Çok şey öğrendim kendisinden. Almanya’ya tatil için dahi gitmiyordu. Geçmişte yaşadığı tatsızlıkları anlatabildiği, boşaltabildiği bir arkadaş bulduğunu hissettiriyordu bana. Merakla, ilgiyle ve duygularımla dinliyordum kendisini.
Berlin'den dönüş vakti gelmişti. 1979 yılına yaşadığımız şehirde, Regensburg’ta girecektik. Öyle de oldu ama nasıl?
Kar, tipiye dönmüştü. Bana düşen görev, kardeşimi uyanık tutmaktı. Uyursa, donabilirdi. Görüş mesafesi, arabanın ucunu ancak görebilecek kadardı. Babam soğuk terler döküyor, annem ise babama yolu mümkün olduğu kadar görebilsin diye camların buharını siliyordu. “Biz bu deliliği nasıl yaptık” diye konuşacaklardı yıllar sonra. Annem 29, babam 33 yaşındaydı o yıl.
Kassel civarına nasıl ulaştıysak, aniden indiren yağmurla rahatladık. Regensburg’a havai fişeklerinin altında girişimiz, üniversite kampüsünde öğrenciler ve öğretim üyeleri ile 31 Aralık 1978.
43 yıl önce bugün. Biraz tarih, biraz anılar ve benden sonraya aktarmak isteyeceğim bir hikaye.

Fotoğraf: Arda Tunca arşivi.



Yorumlar