top of page

Cehalete Hapsolmak

Güncelleme tarihi: 10 Kas 2024

İlhan Selçuk'un Yüzbaşı Selahattin'in Romanı adlı eserini lise yıllarımda okumuştum. Yüzbaşı Selahattin bir Osmanlı subayıdır. Harbiye'yi bitirmiş, Osmanlı'nın son dönemlerindeki savaşlarında görev almıştır. Hayatını, savaşlarda yaşadıklarını günlüklerinde kaleme almıştır. Yüzbaşı Selahattin'in oğlu, bu günlükleri kitap haline getirmesi için İlhan Selçuk'a verir ve günlükler bir kitaba dönüşür.


Yüzbaşı Selahattin, Harbiye'yi bitirir. Trablusgarp Savaşı'nın yaşanmakta olduğu günlerde Çanakkale'de görevlidir. Bir çadırda kalmaktadır. Her akşam, çadırının önünde kitap okur.


Yüzbaşı Selahattin, zamanla eşrafın kendisine bakışında bir gariplik hisseder. Vatan görevi yapmakta olan genç bir Osmanlı subayı beklediği saygıyı görememektedir. Etrafın müstehzi tavırları kafasında soru işaretleri oluşturur. Durumu anlamaya çalışır. Sonunda, anlam veremediği tavırların nedenini bulur.


Halk, bu gencecik Osmanlı subayının sürekli kitap okuduğunu gözden kaçırmamış. Koskoca Harbiye'yi bitirmiş bir adamın hala kitap okumakla ne işi olabilir? Hala kitap okuyan bir cahile saygı mı gösterilir?


Yüzbaşı Selahattin'in başına geleni okuyunca şaşırmıştım. Osmanlı ne haldeymiş diyerek hayıflanmıştım. 20. yüzyılın başlarında yaşanmış bir hikayenin yaklaşık 80 sene sonra bir lise öğrencisinde yarattığı duygular çarpıcı idi. Osmanlı’nın neden çöktüğünü bir ölçüde açıklıyordu.

ree

Yakın bir zaman önce, Muğla yakınlarında bir veteriner ile sohbet ediyordum. İnsanların günlük hayatta kullandıkları bazı çok hafif ilaçların dahi hayvanlara verilmesi halinde ölüm vakalarının görülebildiğini öğrendim. Bazı hayvanseverler, ev hayvanlarının soğuk algınlığı yaşadığı düşüncesiyle kendilerinin kullandıkları ilaçları hayvanlarına verebiliyorlarmış. Böylece, hayvanlarının ölümüne neden olabiliyorlarmış.


Veteriner, bir hayvana ilaç verirken, hayvanların düzenli olarak kullandıkları başka bir ilaç olması durumunda, yeni vereceği ilacı özenle seçtiğini anlattı. Herhangi bir hastalığa karşı yeni vermeyi düşündüğü bir ilacın sürekli kullanılan ilaçla nasıl tepkimeye gireceğini anlamak için kalın bir kitaba mutlaka başvurduğunu ve yeni ilaç seçimini bu kitaba göre yaptığını anlattı.


Veteriner, kitaba başvurmasının bölge halkının kendisine bakışında probleme neden olduğunu dile getirdi. Bu durum ne gibi bir problem yaratabilir acaba sorusunu sordum. Fakat, ardından Yüzbaşı Selahattin'in Romanı'nda okuduğuma benzer bir hikayenin geliyor olduğunu aklımdan geçirdim. Tahminimde yanılmamışım.


Çevredeki çiftçi ve hayvan yetiştiricisi halk, bu adam nasıl veteriner olmuş acaba diye düşünmekteymiş. Okulda bir “halt” öğrenemediğini düşünüp, elindeki kitaptan hangi ilacın hangi ilaçla nasıl bir tepkimeye gireceğini ve hayvanlar üzerinde nasıl etki edeceğini anlamaya çalışmasını "cehalet" olarak görüyorlarmış.


Sohbete devam ederken, Türkiye'nin halini konuşmaya başladık ve kendisine Yüzbaşı Selahattin'in Romanı'ndaki bölümü anlattım. Ben kitabı okuduğumda 1980'li yıllardaydık. Şimdi, zaman farklı, insanlar farklı, mekan da farklı ama aynı cehalet yerinde duruyor.


Dr. Wilhelm Endriss adında bir doğa bilimleri öğretmeninin bir anı kitabını bitirdim bir süre önce. Öğretmen, 1900'lü yıllarda, yaklaşık 6 yıl kadar Alman Lisesi'nde öğretmenlik yapmış. Kitabın adı, Türkiye'de Gezintiler. İstanbul'u ve çevresindeki bölgeyi uzun yürüyüşlerle dolaşmış. Bugünün Gebze'sini, Kartal'ını, Mudanya'sını hayal ediniz. Endriss'in bu bölgelerde yaptığı yürüyüşlere dair tasvirlerini okurken, uçsuz bucaksız, bomboş topraklar hayal ediyorsunuz.

ree

Endriss'in o zamanki Osmanlı topraklarında farklı kültürlerle geçirdiği zamanlar çok ilgi çekici. Paranoyak devlet geleneğinin o dönemlerde de var olduğunu geziler sırasında, bir yabancı olarak sürekli asker tarafından durdurulmasından ve zaman zaman gezilerinin engellendiği noktaya varmış olmasından anlıyoruz. Bir Alman, neden sırtında bir çantayla köy köy dolaşıyor? Misyonu nedir? Ülkeyi bölmek isteyen bir ajan mıdır?


Endriss, Anadolu'da dolaşırken Eskişehir'e uğruyor. O dönemde, Osmanlı'da demiryolu inşaatları var. İnşaatları Alman mühendisler yönetiyor. İşçi konumundakiler ise Osmanlı vatandaşları. Kitap okuyanlarla okumayanların konumu o yıllarda da böyle işte.


Endriss, Eskişehir'de bir otele uğruyor. Oteli açan, bir Alman kadın. Adı, Tadia. Bugün Eskişehir'de aynı adı taşıyan bir otel mevcut. Demiryolu inşaatında görevli Almanlar kalıyor otelde. Eskişehir'de bir Alman kolonisi kurmuşlar.


Anadolu'daki gezilere Midilli Adası ziyaretiyle ara veriyor Endriss. Midilli'ye ulaştığında, Türk kültüründen tamamen kopmuş olduğu ve Yunanistan'a varmış olduğu hissine kapılıyor. Oysa, ziyaretin gerçekleştiği tarihte Midilli Adası Osmanlı toprağı. Fakat, hakim kültür başka.


Yunan Halkı'nın daha eğitimli, ekonomik açıdan daha iyi durumda ve daha çalışkan olduğu tespitini yapıyor Endriss. Türklerin de Yunanlar gibi bayındır bir hale gelmeye özendiklerini anlatıyor.

 

Yine o dönemde Osmanlı toprağı olan Ortadoğu'ya gittiğinde de İstanbul'da ve Anadolu'nun batısında gördüğünden farklı bir kültürün varlığına tanıklık ettiğini anlatıyor Endriss. Ortadoğu izlenimlerinde, bugün o bölgede ayrı ülkeler haline gelmiş toprakların o günlere göre bugün çok daha gelişmiş olduğu izlenimi edinilmiyor kitaptaki anlatımlardan.


Almanya, Türkiye, Yunanistan, Suriye, Ürdün, v.s. Zaman geçtiği halde ülkelerin dünyadaki konumları kolay değişmiyor. Sahip olunan kültürel özellikleri kıran ve kendisini gelişerek başka konuma getiren ülke sayısı çok az. Kültür, çok ağır değişen bir olgu.


1910'larda mühendisler Alman, işçi konumundakiler ise Türkler. Teknik bilgi açısından Türk işgücü geri durumda. Bugünkü gibi.


1910'da Osmanlı'nın ithalatı 11.8 milyon Mark, ihracatı ise bunun hemen hemen yarısı kadar. Almanya'nın 1913 verileriyle ithalatı 10.7 milyar Mark ve ihracatı 10.1 milyar Mark. Bir ülke milyon, diğeri ise milyar düzeyinde uluslararası ticaret verisi konuşuyor o yıllarda.


Ülkeler büyük talihsizliklerle son derece çalkantılı dönemler de yaşayabiliyorlar. Almanya’nın özellikle 1. Dünya Savaşı sonrasında ne hale geldiğini ve 1950’lere kadar ağır bunalımlı dönemlerden geçtiğini de biliyoruz.


Yukarıdaki örnekleri çok sayıda başka örnekle çoğaltabiliriz. Bulunduğu konumu değiştirebilen az sayıda ülke var. Bazı konularda birkaç sıra iner, birkaç sıra çıkarlar ya da çok özel bir alana odaklanmayı strateji olarak belirleyen bir ülke özel bir alanda başka bir konuma gelebilir. Ancak, kültürlerin yaşama ortak bakışı ve ortak felsefesi gelişmişlik düzeyini ağırlıklı ortalama mantığında belirliyor. Her toplumda "marjinal” sayılanlar belki biraz fazla kitap okuyor, bir kaderi kırmak için durmadan çalışıyor ama “ülke” ilerleme kaydediyor mu?


Aynı hedefe topyekün yönelebilmenin ve gelişmeyi ortak bir kültürle arzulamanın önemi büyük. Sizce Türkiye ne zamandır böyle bir havadan uzak?

Yorumlar


© 2025 by Arda Tunca

bottom of page