Hayatın Başında Yönetim Dersleri
- Arda Tunca
- 8 Kas 2024
- 4 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 27 Kas 2024
İş yaşamımın başlarındaydım. “Bir gün yönetici olursam, böyle bir yönetici olmalıyım” diyebildiğim için çok şanslı olduğumun bilincindeydim.
Benim işim, kendisine asistanlık yapmaktı. Hangi ülkelerde hangi fırsatların olduğunu araştırıp, kendisine ülke raporları sunuyordum. Ulaşmak istediğimiz ülke pazarlarında tedarik zincirleri yeteri kadar olgun mu? Rekabet koşulları nasıl gelişiyor? Üretim aşamalarında kullanılması gereken teknolojilerin yeterliliği hangi ülkelerde ne düzeyde? Bu gibi sorulara cevap üretmekti işim.
40’lı yaşlarının başındaydı Amerikalı bayan yöneticim. Son derece disiplinli ve prensipliydi. Aynı zamanda güler yüzlü. Kendisiyle çalıştığım yıllar, bana iş hayatımın prensiplerini armağan etti.
Hemen hemen 900 kişiydik DuPont’un Avrupa merkezinde. Tek Türk bendim. Bir hayli iddialı kriterlerden geçerek seçilmiştim bu işe. 1990’ların ortalarındaydık. Eski Demir Perde ülkeleri dış dünyaya açılmaya çalışıyordu. Gelişmiş ülkelerin tedarik zincirlerinin yeni açılan pazarlara nasıl adapte edileceği üzerine inşa edilmiş bir projede yer almak heyecan vericiydi. Dünyanın büyük değişimini izliyor, aldığım eğitimin teorik temellerinin uygulamasına bire bir tanıklık ediyordum.
İş, dostluk, disiplin, ciddiyet, şaka gibi kavramlar arasında elbette ki sınır olmalıydı ama bu kavramları iş yaşamında davranışlarımın sınırlarında dengede tutmayı henüz tecrübe etmemiştim. Hayatın başındaydım.
İş ortamında son derece ciddi, son derece disiplinli ve prensipliydi yöneticim. Kendisi ile iş dışındaki bir ortamda görüşmek nasıl olabilecekti? Benden çok büyüktü. Ancak, Amerikalı olması benim için de bir avantajdı. Çok uluslu bir firmanın bir markasının tüm Avrupa operasyonlarından sorumlu bir kişi olarak bana akşam dışarı çıkmayı teklif etmesi bile doğu kültürlerinde pek karşılanacak bir durum değildi. Bunu, ancak Batılı bir profesyonel ve de özellikle bir Amerikalı yapabilirdi.
Dünyada olup bitenden çok detaylı olarak haberdardı. Çok iyi bir gazete ve dergi okuyucusuydu. Farklı kültürleri tanımaya özen gösteriyordu. Ufukları çok genişti. Sohbetler, bana çok katkı sunuyordu.
Tüm dostça konuşmalara, şakalaşmalara, arada sırada kalkan iki kadehe rağmen, iş ortamında sanki birbirimizi hayatta ilk kez görmüşüz gibi bir tavrı vardı. Bu, benim için de çok doğaldı. Alçak gönüllüğü karşısında sıfır hatayla çalışmam gerektiğini hissediyor ve normalin üzerinde bir iş performansı ortaya koyuyordum.
Bana hiçbir zaman izin vermedi. Çünkü, buna gerek yoktu. “Kendini planla ve işini bitir, sonra da bana neler yaptığını zamanında raporla” diyordu. Bu özgürlük beni kamçılıyordu. Yaratıcılığımı ve motivasyonumu artırıyordu. Bu havada, birşeyleri daha iyi yapma ve ilerleme çabası bende adeta bir din halini almıştı. Sürekli olarak kendimi beğenmediğim bir havada geçti bu nedenle profesyonel yaşamım. Öğrendikçe ve geliştikçe daha fazla fark edilen bilgi eksikliğiyle artan cehalet hissi!
Ben hiç izin kullanmadım. Hep, kendimi planladım ve işimi yaptım. Burada bana öyle bir ders verdi ki, hiç unutamam.
Şubat 1997’de, ailemle bir akşamüstü yaptığım bir telefon görüşmesinde, dayım ve eşinin bir trafik kazasında vefat ettiklerini öğrenmemle alt üst oldum. Neyi kutluyorduk bilmiyorum ama bir kokteyl ortamındaydım. Bir ara odama çıkmış ve İstanbul’u aramıştım. Durumu öğrendim ve kokteyle geri dönemedim. Odamın kapısını kapattım.
Kokteyle dönüşüm gecikince beni sormuşlar. Odama geldi birileri. Durumumu görünce, sordular. Anlattım nasıl bir haber aldığımı. Haber, Amerikalı yöneticime de gitmiş. Aradan yarım saat geçti, yanıma geldi. İki tane uçak bileti getirdi. Gidiş, ertesi sabah ama dönüş tarihi açık. Kardeşim bana ziyarete gelmişti o günlerde. Bunu biliyordu. “Git ve şu andan itibaren yapmak zorunda olduklarını değil, içinden geleni yap” dedi. Ertesi sabah İstanbul’a uçtuk. 10 gün kaldım İstanbul’da. Sonra, Cenevre’ye döndüm ve kaldığım yerden çalışmaya devam ettim.
Hayata başladığım noktada, özgürlüğün verdiği yaratıcı gücü tavizsiz disiplin ve ilkelerle nasıl kullanacağımı anladım. Profesyonel hayatın içinde olup kendi işimi yapmayı öğrendim. Hata yapmadan öğrenmenin imkânsızlığını yaşadım. Kendimi nasıl düzelteceğimi de öğrendim. Yöneticiliğin, hayatın ilk iş gününde başladığını ve yönetici olmak için yönetici unvanı taşımak gerekmediğini gördüm. Hiyerarşinin gerekliliğini tecrübe ettim ama hiyerarşiyi hissetmeden çalışılan ortamın hem kişiye, hem de organizasyonlara sunacağı katkıları gördüm.
Zaman ilerledi. Türkiye’ye dönüş, kendi ülkeme dönüş gibi olmadı. Hiç tanımadığım bir ülkeye dönmüş gibiydim. İlk iş yaşamı bambaşka bir havada yaşanınca, kendi ülkenizde ilk kez gördüğünüz iş yaşamı ile kendi kültürünüze geri dönmüş olmuyormuşsunuz meğer.
Yönetici oldum. Amerikalı yöneticimden öğrendiklerimi daha da ileri götürerek, geliştirerek uygulamak için çalıştım. Zaman zaman başım belaya girdi bu yüzden.
İnsanlar benim onayıma başvurmak istediler çeşitli konularda. İzin istediler. Hayatımda kimseye izin vermedim. Çünkü, ben hiç izin istemedim. Nasıl alınıp verildiğini bilmiyorum. Ama, çok daha başka şeyleri çok iyi öğrendim. Yani daha anlamlı olduğunu düşündüğüm konuları.
Tatile çıkmak için izin isteyenlere, “vermiyorum” dedim. “Peki” deyip odamdan çıkmaya kalktılar. “Durun” dedim. “Sizler yetişkin insanlar olarak benden izin isteyemezsiniz, tatile çıkacağınızın haberini verirsiniz ancak” dedim. Şaşırdılar. “Ailenizde biri hastalandığında, sabah hastaneye gitmek için bana soru sormayacaksınız, doğrudan hastaneye gideceksiniz” dedim. Aklı annesinde, babasında, çocuğunda, eşinde olan bir insan nasıl çalışabilir? “Sadece haber verin” dedim. İnsan, plan yapar, işini zamanında bitirir ve ne zaman tatile çıkacağına, çıkmayacağına kendi karar verir. Bunun için izne gerek olamaz. Yetişkin bir insan izin mi ister?
Çalıştığım arkadaşlarıma “bir gün kız arkadaşınızla, erkek arkadaşınızla dolaşmak için işi kırmak isteyebilirsiniz. Bunun için ailenizden birini falan öldürüp cenaze çıkarmayın başımıza” dedim. İnsan, çalışırken çok bunalabilir ve nefes almak isteyebilir. “Yapın bunu ve sormayın, sadece haber verin” dedim her zaman.
Her ortamda disiplin ve prensip tavizsiz olmalı. Hatalar, siyah ve beyaz kadar net konuşulmalı. Ama, nezaketle ve öğrenmek, gelişmek için. Bundan dolayı, ya ben veda ettim bazı işlere ya da bana veda ettiler. Ama, kimsenin aklında gri renk kalmadı hiçbir zaman. Prensiplere tutunmanın getirdiği onurlu yaşamı parada bulamazsınız.
Türkiye’ye hiç uygun olmayan bu yönetim modelini suiistimal etmeye kalkan bir kişi çıktı karşıma. O’nu da işten çıkarmak zorunda kaldım.
“Bana itiraz edin” dediğim kişilerin bana “estağfurullah” demesine hep çok kızdım. “Ben herşeyi bildiğini iddia edecek kadar aptal olmamayı öğrendim hayatta, bu özelliğimi de sizin yüzünüzden kaybedemem” cevabını verdim bana “estağfurullah” diyenlere. Fakat, her iş organizasyonunun fikirlere açık olması gerekirken, demokrasiyle karar alınamayacağını da gördüm. Bunu da hayatın başında anladım.
Hep ekonomi falan konuşuyoruz ya. İşte o ekonomiler böyle ilkelerle yönetildiklerinde daha verimli vicdanlı ve insanca oluyorlar sanki.




Yorumlar