top of page

Aklın Sınırında: Bilim, Felsefe ve Metot Üzerine Düşünceler

Güncelleme tarihi: 12 Nis

Bilim ilerlerken neyi geride bırakır? Düşünceyi mi, sezgiyi mi?


Bilim, yalnızca deney ve gözleme indirgenemeyecek ölçüde köklü bir entelektüel etkinliktir. Her ne kadar bilimsel bilgi büyük ölçüde ampirik temellere dayansa da, bu verilerin nasıl elde edileceği, nasıl yorumlanacağı ve hangi soruların yöneltileceği gibi temel meseleler, doğrudan felsefi bir çerçeveyi zorunlu kılar. Zira bilimsel bir hipotez kurulmadan önce, neyin “gözlemlenebilir” olduğuna, neyin “anlamlı” sayılacağına ve ne tür bir açıklamanın tatmin edici kabul edileceğine dair ön kabuller belirlenmiş olur. İşte bu ön kabuller, doğrudan felsefî zemin tarafından şekillendirilir. Bilgiye ulaşma biçimleri yalnızca teknik bir araçsal aklın ürünü değil, aynı zamanda değerler, sezgiler ve düşünce geleneklerinin mirasıdır.


Zaman zaman görünmez hale gelen felsefi zemin, bilimin yöntemini, sınırlarını ve yönünü belirleyen asli dinamiklerden biridir.


Tarihsel bağlamda incelendiğinde, bilimsel devrimlerin yalnızca deneysel gözlemlerle değil, aynı zamanda kavramsal sıçramalarla gerçekleştiği açıktır. Bu sıçramaların ardında ise çoğu kez felsefi sorgulamanın açtığı düşünsel imkânlar yer almaktadır. Kavramsallaştırma yapılmaksızın, soyutlamaya dayalı bir inşa süreci işletilmeksizin bilimsel ilerleme sağlanamaz. Bu bağlamda, felsefe olmaksızın bilimsel yöntem kurulamaz, yöntemsel bir temel olmadan da bilimin kendi üzerine düşünme yetisi zayıflar ve yenilikçi açılımlar üretme kabiliyeti sınırlanır.


Felsefi temelden yoksun bir bilimsel yapı, yalnızca mevcut bilgileri yeniden üreten, gözlemlediğini sınıflandıran ancak potansiyel olasılıkları dışlayan bir mekanizmaya dönüşür. Bilimsel yaratıcılık, eleştirel düşünceyle, yani felsefeyle birlikte işlerlik kazanır. Bu makale, bu çerçevede bilimin felsefi temellerine ilişkin bir sorgulama ortaya koymayı amaçlamaktadır.


Her a priori önerme mutlaka analitik olmak zorunda mıdır? Her a posteriori önerme mutlaka sentetik olmak zorunda mıdır? A priori ve a posteriori önermelerin kavramsallaştırma çalışmalarını Immanuel Kant yapar. Critique of Pure Reason’da geliştirir bu kavramları. Kant, felsefe tarihinde epistemolojik bir devrim yaratarak bilgiyi yalnızca deneyimle sınırlandırmaktan kaçınır. Ona göre insan zihni, deneyimi mümkün kılan ön yapılarla donatılmıştır. Bu da bilgiyi salt deneysel olmaktan çıkarır. “A priori sentetik” önermeler kavramsal olarak bu anlayışa oturur: deneyimden bağımsızdırlar ama aynı zamanda bilgi içeriği taşırlar. Örneğin “7+5=12” önerisi, hem deneysel değildir hem de bilgi üretir.


Zaman içinde, Kant’ın bu ayrımları bilim metodolojisinin temel kavramları haline gelir.


Yukarıdaki sorular felsefe dünyasını uzun zaman meşgul etmiş sorular. Mantıksal Pozitivistler Kant’a itiraz ederek, tartışmaların odak noktasına otururlar bir ara. Pozitivist yaklaşıma göre, anlamlı önermeler ya mantıksal olarak zorunlu (analitik) ya da deneysel olarak doğrulanabilir (empirik) olmalıdır. Dolayısıyla Kant’ın a priori sentetik bilgi tanımı bu iki sınırın dışında kalır. Rudolf Carnap ve A.J. Ayer gibi isimler, dilin mantıksal analizine dayanarak bu ayrımı reddetmeye çalışmışlardır. Ancak bu çabalar, son tahlilde, bilginin doğasına dair soruları daha da derinleştirmiştir.


Bu tartışmaları elverdiğince inceledim ama kafama takılan bir başka soru var ki, buna cevap bulabilmiş değilim: Eğer her a priori önerme mutlaka analitik ise, hem a priori hem de analitik nitelik taşıyan bilim disiplinleri gelişmeye ve yeni buluşlara kapanmış mıdır? Eğer bazı a posteriori ve sentetik önermeler zaman içinde tecrübeye dayalı kesinlik kazanmışlarsa, zamanla a priori ve analitik hale dönüşebilirler mi? Bu tür bir dönüşüm olasılığı, bilginin doğasının sabit değil, dönüşüme açık olduğu fikrini de beraberinde getirir. Özellikle doğa bilimlerinde, başlangıçta yalnızca deneysel yollarla elde edilen birçok önerme, zamanla öyle bir kesinlik kazanır ki, neredeyse mantıksal zorunluluk gibi algılanır. Bu durum, bilgi kategorilerinin zaman içinde nasıl yer değiştirebileceği sorusunu gündeme getirir.


Bu çerçeveden bir analiz yapıldığında, örneğin analitik kimya, analitik fizik gibi dallar artık kesinleşmiş ve kalıplaşmış kurallar dizisiyle yeni buluş alanlarına sahip değil midirler? Buradaki temel mesele, “analitik” teriminin Kantçı bağlamdan çok farklı bir anlamla bilimsel terminolojide kullanılmakta olmasıdır. Analitik kimya, niteliksel ve niceliksel çözümleme yöntemlerini kapsayan bir disiplindir ve felsefî anlamda analitik-sentetik ayrımıyla bire bir örtüşmez. Yine de bu benzeşim, terminolojik kesişimlerin düşünsel çağrışımları nasıl harekete geçirdiğine dair güzel bir örnek sunar.


Yukarıdaki tüm soruların temel tartışma noktası metot sorununu oluşturuyor ve tüm bilimlerin ortak tartışma temellerini atıyor. Yani, felsefe olmadan metot ve metot olmadan da bilim olmuyor.


Bilimin yüzyıllar içinde ürettiği bilgileri günlük yaşamın içinden ya da ampirik değerlerle ifade biçimlerinden dışarı alıp, kavramsal temellerini analiz etmeden bilim yapılamaz. Diğer bir ifadeyle, soyutlama yapmadan bilimsel kavram geliştirilemez ve doğanın kuralları tanımlanamaz. Kavram geliştirme gücü elinden alınmış her çalışma ise tüm bilimsel niteliklerini kaybetmiş demektir ve ampirik değerlerin ifade ettiği yeni gözlemler yapmaya olanak tanımaz. Kısaca, soyutlama olmadan somutlama olmaz.


Bilimin kavramsal gücü yalnızca laboratuvar ortamlarında ya da deney düzeneklerinde değil, aynı zamanda düşünsel karşılaştırmalarda, kavramlar arası ilişki kurma becerilerinde açığa çıkar. Soyutlama, yalnızca var olanı tanımlama değil, henüz bilinmeyeni kavrama, potansiyeli sezme ve gelecekteki düşünce yapılarını inşa etme arzusudur. Bu nedenle, bilimsel ilerleme yalnızca teknik araçlarla değil, felsefî duyarlılıkla da şekillenir.


Şimdi, bilimin diğer bir yüzüne dönecek olursak ve Newton’u biraz kurcalarsak, değişik bir manzara ile karşı karşıya kalıyoruz. Newton, yerçekimi kanununu bulan ve dünya bilim tarihine adını kazımış bir figür. 20. yüzyıl ortalarında Newton’un simya ile yoğun bir şekilde ilgilendiği ortaya çıkıyor. Hatta, Robert Boyle ile yazışmaları bulunuyor ve Newton, simya ile ilgilendiğinin kimse tarafından bilinmemesi gerektiğini ifade ediyor. Boyle’un bu konuda kendisinin sırdaşı olmasını rica ediyor.


Simya, sadece değişik metallerin altın ve gümüşe dönüştürülmesi çabasının çok ötesinde bir kavram. Kendine göre bazı simgeleri, felsefesi olan ve bilimsel özellikleri olmayan ya da sorgulanan bir alan. Newton’u simya ile ilgilenmeye iten neydi?


Simya, modern bilim açısından irrasyonel veya metafizik olarak değerlendirilen pek çok düşünceyi içinde barındırır. Ancak Newton’un ilgisi, o dönemde henüz katı biçimde ayrışmamış bilgi türlerinin bir aradalığını da gösterir. Bilimsel olanla mistik olanın bu yakınlığı, 17. yüzyılın düşünsel ortamında şaşırtıcı değildir. Simya, evrenin sırlarına ulaşmak için kullanılan alternatif bir dil gibidir. Newton’un simya defterleri, onun doğa yasalarını yalnızca matematiksel formlarla değil, aynı zamanda evrensel bir düzenin sembolik kodlarıyla da kavramaya çalıştığını ortaya koyar.


Peki, sosyal bilimler ile doğa bilimleri arasındaki çatışmanın felsefi temelinde neler yatmakta? Bu soruya en iyi cevapları Thomas Henry Huxley, Charles Percy Snow, Auguste Comte ve daha pek çok bilim insanı cevap vermeye çalışmış.


Bu mesele, yalnızca bilimsel alanların sınırlarını değil, aynı zamanda bilginin evrenselliği, yöntemin geçerliliği ve kültürel bağlamların belirleyiciliği gibi soruları da beraberinde getirir. Doğa bilimleri, gözlemlenebilir, ölçülebilir ve tekrarlanabilir olaylar üzerine kurulu bir yapı sergilerken sosyal bilimler, çoğunlukla yorumlayıcı, tarihsel ve bağlamsal analizlere dayanır. Bu durum, yalnızca yöntem farkı değil, aynı zamanda ontolojik ve epistemolojik bir ayrım yaratır. Sosyal bilimler, doğa bilimlerinin yöntemlerini ne ölçüde benimsemelidir? Ya da tamamen özgün metodolojiler mi geliştirmelidir?


Sosyal bilim kavramının gerçekten bilim tanımına dahil edilip edilemeyeceği de ayrı bir tartışma konusu. Sosyal bilim diye bir kavram var mı? Yani, iktisadın, hukukun bilimle bir ilgisi olabilir mi? Dünyanın her yerinde farklı ahlaki normlar yer almaktayken ve bu normlar farklı mekanlarda farklı zaman dilimleri içinde değişimler gösterebiliyorken bu normlara dayanılarak belirlenen kurallar iktisadı, hukuku nasıl bilim yapabilir?


Sosyal bilimler, ancak ve ancak bilimin bazı metotlarını kullanarak ve mümkün olduğunca içselleştirerek yerel normlara uygun kurallar geliştirebilir. Globalizasyon dahi bu yerel normları en azından henüz yeterince ortadan kaldırabilmiş değil. Bu noktada, globalleşmenin tarafında ya da aleyhinde olmak gibi bir tartışmayı da ortaya koymaya çalışmamaktayım. Sadece bilimsel metotlar ve bu metotların sosyal bilimler ve doğa bilimleri arasındaki çizgiyi ne ölçüde incelttiği ya da kalınlaştırdığı konusunda sorular üretmekteyim.


Bu soruların sonu da pek gelmiyor elbette ki ve tüm bu sorular aslında hala kesin cevapları bulunmuş sorular da değil. Şimdilik çoğu, sıkı birer beyin jimnastiği olanağı sunmanın ötesine pek geçemiyor.

Atina Üniversitesi (Fotoğraf: Arda Tunca)
Atina Üniversitesi (Fotoğraf: Arda Tunca)

コメント


© 2025 by Arda Tunca

bottom of page