İmamoğlu’nun Tutuklanması Sonrası Türkiye Siyasetinde 8 Olası Senaryo
- Arda Tunca
 - 13 Nis
 - 11 dakikada okunur
 
Güncelleme tarihi: 14 Nis
Türkiye’nin en önemli muhalefet figürü haline gelen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun hapse atılması, 2028 Cumhurbaşkanlığı seçimlerine giden süreçte siyasi ve toplumsal dengeleri başka bir noktaya taşıdı.
Bu yazıda, İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından Türkiye’nin siyasi geleceğine dair sekiz tespit ve/veya olasılığa değinilicektir.
1. İmamoğlu 2028’e Kadar Hapiste Kalırsa CHP’nin Cumhurbaşkanı Adayı Kim Olabilir?
İmamoğlu’nun seçimlere kadar cezaevinde kalması durumunda CHP’nin nasıl bir yol izleyeceği merak konusu. CHP Genel Başkanı Özgür Özel’e göre, İmamoğlu adaylıktan men edilse bile kampanya O'nun üzerinden yürütülecek. Eğer yasal engel kesinleşirse, CHP “en yüksek oyu kim alacaksa” o kişiyi aday gösterecek. Bu yaklaşım, Mansur Yavaş'a işaret ediyor. Nitekim, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş, İmamoğlu’nun muhtemel yokluğunda göreve hazır olduğunu ancak “fırsatçılık yapmayacağını” vurguladı.
İmamoğlu 2028’de yarışamazsa, Mansur Yavaş’ın adaylığı en güçlü seçenek olarak görülüyor. Özgür Özel ve Mansur Yavaş’ın açıklamaları, parti içi birlik mesajı vererek herhangi bir iç çekişmenin önüne geçmeye çalışıyor. CHP’nin aday belirlerken hem en popüler ismi seçmeye hem de parti disiplinini korumaya çalıştığını gösteriyor. İmamoğlu’nun durumu netleşene dek CHP farklı senaryolara hazırlıklı olup kazanabilecek bir aday çıkarmayı hedefleyecektir.
CHP'deki adaylık süreci ile ilgili başkaca çeşitli senaryolar birer tahmin olarak belirtilse de, o senaryoların ne kadar somut temelleri olduğuna dair soru işaretleri mevcut.
2. Erdoğan: Kazanamayacağı Seçime Girmeme İsteği ve Rakipleri Saf Dışı Bırakma Stratejileri
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan siyasi kariyeri boyunca yenilgiyi riske etmeyecek siyasi yol haritaları çizdi. HDP’nin eski eş genel başkanı Selahattin Demirtaş’ın 2022’deki analizine göre Erdoğan “kaybedeceği kesin olan bir seçime girmez”.
Erdoğan’ın stratejisi, rakiplerini seçim dışı bırakmak veya etkisizleştirmek oldu. İstanbul seçimlerini haksız olarak iptal etmenin sonucunda 2019'da iki kez ve son olarak 2024'te kazanan İmamoğlu’na karşı yürütülen tutuklama süreci bu "hukuk tanımaz (yasa değil)" stratejinin bir parçası.
Mart 2025’te İmamoğlu, hakkında açılan dava ve ani bir operasyonla gözaltına alınıp tutuklandı. Kendisine yöneltilen suçlamalar “yolsuzluk” ve “PKK’ya yardım” gibi son derece ağır iddialar. Erdoğan yönetimi altında, sadece İmamoğlu değil, benzer şekilde Selahattin Demirtaş ve diğer muhalif aktörler de hapiste tutuluyor.
Bu tablo, Erdoğan’ın seçim ortamını ne pahasına olursa olsun kendi lehine dizayn etmek istediğini gösteriyor. Kendisinin de canlı yayın tartışmalarından kaçınmasından tutun da (2018 seçimlerinde rakipleriyle TV tartışmalarına çıkmaması buna örnek gösterilir), devlet imkânlarını kampanyada kullanmasına kadar pek çok uygulama, eşitsiz bir yarış yaratıyor. Ancak böylesi adımlar aynı zamanda Erdoğan’ı içeride ve dışarıda eleştiri oklarının hedefi yapıyor.
Özgür Özel, İmamoğlu’nun tutuklanmasına tepki gösterirken “Bu bir sivil darbedir, durduramazsak bir daha seçim olmayabilir” uyarısında bulundu. Bu sözler, Erdoğan’ın gerekirse seçimleri bile anlamsızlaştıracak düzeyde bir sertlik gösterebileceği endişesini yansıtıyor. Sonuç olarak, Erdoğan’ın yaklaşımı kazanacağı bir ortamı yaratmak üzerine kurulu: ya rakip bırakmamak ya da gerekirse hiç yarışmamak.
3. DEM Parti ile Anayasa Değişikliği Pazarlıkları ve İmamoğlu’nun Hapse Atılmasının Sürece Etkisi
İmamoğlu’nun tutuklanması sadece ana muhalefeti değil, Kürt siyasi hareketini de içine alan daha geniş bir denklemi etkiledi. Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti), HDP’nin devamı niteliğinde olan ve parlamento dengelerinde anahtar rol oynayan bir aktör. Son dönemde DEM Parti’nin öncülüğünde İmralı’da Abdullah Öcalan ile görüşmeler yapıldığı ve ardından DEM heyetinin AK Parti ve CHP ile temaslarda bulunduğu biliniyor. Bu görüşmeler, kamuoyunda yeni bir anayasa pazarlığı olabileceği yönünde spekülasyonlara yol açtı. MHP lideri Devlet Bahçeli’nin yıllar sonra Öcalan’dan söz etmesi ve DEM heyetini sıcak karşılaması, iktidarın Kürt oylarını kazanmak için ciddi adımlar atabileceğini gösterdi.
Pazarlıkların içeriğinde neler olabileceğine dair bazı işaretler mevcut. Ekim 2024’te DEM Parti milletvekilleri, Abdullah Öcalan’ın cezasının 25 yılını dolduran mahkûmlar kapsamında şartlı salıverilmesini öngören bir yasa teklifi sundu. Bu teklif, idam cezasının kaldırılması sonrası uygulanan ağırlaştırılmış müebbet rejimine belirli bir yıl sonunda şartlı tahliye imkânı tanınmasını içeriyor – ki Öcalan da 25 yılı geride bıraktı.
İktidarın, terör sorununun çözümü ve yeni anayasa hedefi doğrultusunda DEM Parti’nin taleplerine daha açık hale geldiği yorumları yapılıyor. Örneğin, anadilde eğitim, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi gibi yıllardır talep edilen adımların bu pazarlık masasında olabileceği konuşuluyor.
İmamoğlu’nun tutuklanması bu kırılgan sürecin rotasını değiştirmiş ya da süreci sonlandırmış gözüküyor. DEM Parti eş genel başkanları Tülay Hatimoğulları ve Tuncer Bakırhan, İmamoğlu’nun hapse atılmasını “adalete ve demokrasiye darbe” olarak nitelendirip güçlü şekilde kınadılar.
Kürt siyasi hareketi, İstanbul’daki iradenin gaspını, yıllardır doğu ve güneydoğudaki belediyelere kayyum atanmasıyla özdeş görerek ortak bir mücadele vurgusu yaptı. Bu tepkiler, DEM Parti tabanının iktidarla olası bir uzlaşıya mesafeli durabileceğini gösteriyor. Öte yandan, iktidar cenahından ise bazı çevreler AKP’nin Öcalan’la anlaşma arayışında olduğunu iddia ederek bu duruma tepki gösteriyor.
İmamoğlu olayının yarattığı güvensizlik ortamı, anayasa pazarlıklarını zora sokmuş olabilir. Eğer iktidar, bir yandan Kürt hareketiyle uzlaşı ararken diğer yandan en büyük muhalif belediye başkanını tutuklarsa, DEM Parti’nin tabanına bunu anlatması güçleşir. Kısacası, İmamoğlu’nun hapiste olması iktidarın Kürt kartını oynama stratejisini karmaşıklaştırdı ve anayasa değişikliği sürecini belirsizliğe itti.
4. Cumhurbaşkanlığı Yetkilerinin Sınırlandırılması ve Parlamenter Sisteme Dönüş Olasılığı (Erdoğan Sonrası Adalet Mekanizması)
Türkiye’de, 2018’den bu yana yürürlükte olan “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”, yürütmenin neredeyse bütün gücünü tek elde topluyor. Muhalefet partileri bu sisteme karşı “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” vaadiyle uzun süredir çalışma yapıyor. 2023 seçimleri öncesinde altı muhalefet partisi 84 maddelik bir parlamenter sistem mutabakat metni bile açıklamıştı. Ancak, Erdoğan’ın iktidarda kalmasıyla bu hedef gerçekleşmedi.
Yine de son dönemde ilginç bir biçimde anayasa değişikliği konuşulmaya başlandı. AKP ile CHP’nin ortak bir çıkar için Anayasa madde 101’de değişime gidebileceği öne sürüldü. Buna göre, hem Erdoğan’ın üçüncü kez adaylığı hem de İmamoğlu’nun yasağının kaldırılması için bir “ateşkes” amaçlı anayasa uzlaşısı senaryosu dile getirildi. Bu, elbette bugün için artık konuşulması imkânsız bir senaryo.
Cumhurbaşkanlığı yetkilerinin törpülenmesi konusu, Erdoğan sonrası dönemde yargı bağımsızlığının tesisi açısından da kritik. Zira, mevcut sistemde cumhurbaşkanı, Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun (HSK) çoğunluğunu atayarak yargıyı doğrudan etkileyebiliyor. 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında bu durum daha da pekişti: Bir günde 2.145 hâkim ve savcı görevden alındı, takiben toplamda 4.560 yargı mensubu tasfiye edildi ve yerine 10.692 yeni hâkim-savcı atandı. Bu devasa değişim, yargının büyük ölçüde yürütmeye biat eden kişilerle doldurulduğu yönünde eleştirilere yol açtı.
HSK’nın yapısı Erdoğan döneminde değiştirildi ve üyelerin 6’sını cumhurbaşkanı, kalanını TBMM (yani iktidar bloğu) seçer hale getirildi. Yargıçların kendi temsilcilerini seçme imkânı kalmadı. Böyle bir tabloda, cumhurbaşkanının yetkilerinin kısıtlanması demek, yargının da nispeten özerkleşmesi anlamına gelecek.
Gelecekte olası bir sistem değişikliğinde, cumhurbaşkanının partili olmaktan çıkıp sembolik bir makama indirgenmesi, yürütme gücünün ise Meclis içinden çıkacak bir başbakana devredilmesi konuşuluyor. Bu senaryoda, adalet mekanizmasında restorasyon beklenebilir. Örneğin HSK üyelerinin belirlenmesinde ağırlığın yargı camiasına ve Meclis’te uzlaşıya verilmesi, Anayasa Mahkemesi üyelerinin atama usullerinin değiştirilmesi gibi reformlar gündeme gelebilecek.
Erdoğan sonrası dönemde toplumsal adalet talebinin çok yüksek olacağı öngörülüyor. Bugün yargının siyasallaşmasından mağdur olan kesimler, güçler ayrılığını tesis edecek adımları yeni yönetimden bekleyecek. Özetle, parlamenter sisteme dönüş sadece bir hükümet sistemi değişikliği değil, aynı zamanda bozulan hukuki dengeyi onarma fırsatıdır. Bunun gerçekleşmesi ise mevcut iktidarın bu yönde bir uzlaşıya ikna edilmesine veya muhalefetin seçim yoluyla iktidarı devralmasına bağlı. Mevcut koşullar altında, bu senaryodaki belirsizlik çok büyük.
5. Erdoğan’ın Türkiye’yi Bir İslam Cumhuriyetine Dönüştürme Hedefi: Ekonomi, Eğitim ve Yargıda İslamizasyon
Erdoğan liderliğindeki AKP iktidarı, laik cumhuriyetin bazı temellerini aşındırarak daha muhafazakâr ve dini referansların belirginleştiği bir toplum projesi güttü. Bu, bir İslam cumhuriyetine yöneliş hedefidir. Bu iddiayı somutlayabilmek için üç alandaki değişimlere bakmak gerekiyor: ekonomi politikaları, eğitim sistemi ve yargı pratiği.
Ekonomi alanında, Erdoğan’ın faiz konusundaki tutumu belirleyici oldu. Klasik ekonomi teorilerini bir kenara bırakıp yüksek faizin enflasyona neden olduğu inancını savunan Erdoğan, bunu dini bir referansla da pekiştirdi. “Bu konuda nas var” diyerek faiz indirimini Allah’ın emri gibi gördüğünü açıkça dile getirdi. 2021-2022 döneminde Merkez Bankası’na talimatla faizleri düşürttü. Sonuç, Türk Lirası’nın hızla değer kaybetmesi ve enflasyonun patlaması oldu.
Aralık 2021’de kur krizi yaşanırken dahi Erdoğan “faiz sebeptir” inadını sürdürdü. Bu ideolojik ekonomi politikası, milyonlarca vatandaşın alım gücünü eritirken bazı iş çevrelerinde de güven bunalımına yol açtı. Her ne kadar 2023 sonrası rasyonel politikalara kısmen dönüş yapılsa da, iki yılda TL’nin dolar karşısında %85 değer yitirmesi ve yabancı yatırımcıya muhtaç ekonomiden yabancı yatịrımcịnın kaçması bu yaklaşımın bedeliydi. Erdoğan’ın “faiz düşmanlığı” kökünü büyük ölçüde İslami anlayıştan (faizin haram kabul edilmesi) alıyordu ve Türkiye ekonomisi adeta bu fikre kurban edildi.
Eğitim sisteminde ise, belirgin bir geriye gidiş (gericileşme) yaşandı. AKP iktidarı boyunca imam-hatip okullarının sayısı ve bu okullara giden öğrenci sayısı katlanarak arttı. Müfredattan evrim teorisinin çıkarılması, yerine yaratılış inancının telkin edilmesi, ilk ve ortaöğretimde din derslerinin niteliğinin Sünni-İslami dogmalarla doldurulması gibi adımlar atıldı.
2010’ların başında okullarda 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlamalarını gölgede bırakmak için Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri düzenlenmeye başlanmıştı. Okul duvarlarına dini vecizeler asılması, öğretmen ve idarecilerin atamalarında tarikat referanslarının önem kazanması gibi uygulamalar yaygınlaştı.
4+4+4 eğitim sistemiyle ortaokul çağında çocukların imam-hatiplere yönlendirilmesi kolaylaştırıldı. Sonuç olarak Türkiye eğitim sistemi, laiklik ilkesinden uzaklaşıp dindar nesiller yetiştirme hedefinin aracı haline getirildi. Bu durum, uluslararası eğitim endekslerinde Türkiye’nin bilimsel eğitim kalitesinin düşmesine de yol açtı. Erdoğan’ın açıkladığı hedeflerden biri “dindar ve kindar nesil” yetiştirmekti ve atılan adımlar bu söylemi politika haline getirdi.
Yargının dinselleşmesi meselesi daha örtük fakat önemli bir konu. Türkiye’de resmi hukuk sistemi hala laik yasalar üzerine kurulu olsa da, fiiliyatta yargının bağımsızlığının zayıflaması ve kadroların belirlenişi, dolaylı bir dinselleşmeyi beraberinde getirdi.
15 Temmuz darbe girişimi sonrası tasfiye edilen on binlerce yargı mensubunun yerine, iktidara sadakatiyle bilinen kadrolar atandı. Bu kadrolar içinde çeşitli tarikat ve cemaatlere yakın isimlerin bulunduğuna dair pek çok haber çıktı.
2010’larda Gülen cemaatinin yargı içindeki örgütlenmesi tasfiye edilince, bu kez başka İslami grupların (Menzil gibi) bürokraside güç kazandığı iddia edildi. Ayrıca, Erdoğan döneminde çıkarılan bazı yasa ve düzenlemeler dini hassasiyetleri yasal alana taşıdı.
İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı, LGBT+ bireylere ve kadın haklarına ilişkin muhafazakâr yaklaşımın yansımasıydı. Adalet mekanizmasında bazı hakimlerin karar gerekçelerine dini referanslar eklediği örnekler dahi görüldü.
Diyanet İşleri Başkanlığı bu dönemde akıl almaz bir büyümeyle toplum hayatında belirleyici kılındı. 2024 yılında, Diyanet’e ayrılan bütçe 130 milyar TL’yi aşarak birçok bakanlığı geride bıraktı. Diyanet’in bu denli güçlenmesi, hukuktan eğitime her alanda dini perspektifin resmî bir kurum eliyle dayatılması anlamına geliyor.
Tüm bu örnekler Erdoğan’ın Türkiye’yi bir din devletine dönüştürme amacında olduğu tezini güçlendiriyor. Ancak fark şu ki, Erdoğan bunu anayasayı değiştirmeden, devleti fiilen dönüşüme uğratarak yapmaya çalıştı.
Sonuç ortada. Ekonomi politikasından toplumsal yaşama kadar dini muhafazakârlık hakim kılındı, laik kesim ile dindar kesim arasındaki kutuplaşma arttı. Bu yolda atılan adımlar, Türkiye’nin temel niteliklerinden laiklik ilkesini zedeledi ve ülkeyi kurumsal bir kimlik bunalımına soktu.
6. 2028’e Kadar (veya Olası Erken Seçimlerde) Seçim Ortamının Ne Kadar Adil Olabileceği
Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması, yaklaşan seçimlerin adilliğine dair soru işaretlerini iyice artırdı. Zaten 2023 seçimlerinde uluslararası gözlemciler, Türkiye’de seçimlerin tam anlamıyla adil olmayan bir ortamda gerçekleştiğini vurgulamıştı.
Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) gözlem heyeti, 14 Mayıs 2023 genel seçimleriyle ilgili raporunda “seçmenlere gerçek bir tercih sunulduğunu ancak mevcut cumhurbaşkanı ve iktidar partilerinin haksız bir avantaja sahip olduğunu” belirtti. Raporda, temel özgürlükler üzerindeki kısıtlamalar, bazı muhalefet siyasetçilerinin tutuklu olması ve medyanın büyük ölçüde iktidar kontrolünde olması nedeniyle seçim kampanyasının eşit şartlarda geçmediği açıklandı. AGİT gözlemcileri, Türkiye’nin demokratik bir seçim için gerekli asgari koşulları karşılamaktan uzak olduğu yönünde güçlü ifadeler kullandılar: “Türkiye adil bir seçim ortamı yaratmaktan çok uzak” denildi.
2025 itibarıyla bakıldığında durum daha da vahimleşmiş durumda. Muhalefetin en güçlü aday adayı tutuklu, ana akım medya tamamen iktidarın söylemiyle hareket ediyor, sosyal medyada ifade özgürlüğü baskı altında. Böyle bir atmosferde 2028 seçimlerine giderken adil bir yarıştan söz edebilmek mümkün değil.
Seçim ortamının gerçekten demokratik olabilmesi için bazı asgari şartlar var. Ancak, bu asgari şartların tesis edilebileceğini düşünmek bugün için ancak bir hayal.
Siyasi Tutukluların Serbest Bırakılması: İmamoğlu, Demirtaş ve benzeri isimlerin özgürlüğüne kavuşması veya en azından seçime katılabilmelerinin sağlanması. İmamoğlu hapisteyken onun adaylığının engellenmesi, seçmenin gerçek tercihinin sandığa yansımasını önleyecektir.
Basın Özgürlüğü: Televizyonlar ve gazeteler üzerindeki iktidar baskısının kalkması, muhalefetin eşit süre ve fırsatlarla kendini anlatabilmesi. 2023’te devletin resmi kanalı TRT’de bile Erdoğan’a saatlerce yer verilirken muhalefetin birkaç dakikayla sınırlı kalması hiç adil değildi.
Yargı ve YSK Tarafsızlığı: Seçim sürecini yönetecek Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK) ve mahkemelerin tarafsız olması gerekir. 2019 İstanbul seçimlerinin iptali gibi örnekler, yargının iktidar lehine müdahale riski taşıdığını gösterdi. Bu nedenle seçim itirazlarının adil incelenmesi ve hukukun üstünlüğü kritik olacak.
Kampanya Sürecinde Eşitlik: İktidarın devlet imkanlarını (açılış törenleri, kamu kaynakları) propaganda için kullanmaması gerekiyor. Ayrıca miting ve gösteri özgürlüğü sağlanmalı, muhalefet şehirlerde baskı görmeden kampanya yapabilmeli.
Uluslararası Gözlem ve Şeffaflık: Sandıkların bağımsız gözlemcilere açık olması, sayım sürecinin şeffaflığı ve elektronik sistemlerin güvenliği de önemli.
Ne yazık ki mevcut durumda iktidarın bu koşulları sağlamaya yönelik bir niyeti görülmüyor. Aksine, seçim yasalarında yapılan değişiklikler (örneğin sandık kurulu oluşumlarında iktidar ağırlığının artırılması, ittifak oylarının hesaplanma yönteminin değiştirilmesi vb.) rekabetçi demokrasiyi daha da zayıflatmış durumda.
Gerçek bir demokratik seçim olabilmesi için Türkiye’nin “normalleşme” sürecine girmesi şart. Bu da ancak toplumsal baskı ve uluslararası topluluğun dikkatinin birleşmesiyle mümkün olabilir. Aksi takdirde, 2028 seçimleri serbest ama adil olmayan bir yarış olarak tarihe geçebilir.
7. Ekonomik Krizin Erdoğan’ın Siyasi Gücüne Etkisi: Halk Desteğinin ve İş Dünyasının Güveninin Azalması
Türkiye ekonomisi son yıllarda ciddi bir kriz içinde. Yüksek enflasyon, hayat pahalılığı, işsizlik ve TL’nin değer kaybı halkın günlük yaşamını zorlaştırdı. Bu ekonomik tablo, Erdoğan’ın siyasi desteğinde erozyona yol açıyor.
Temmuz 2024’te yapılan bir değerlendirmede, emeklilerin ve dar gelirlilerin içinde bulunduğu geçim sıkıntısı nedeniyle AKP’yi cezalandırdığı belirtildi. Nitekim, 2024 yerel seçimlerinde emekli nüfusunun yoğun olduğu bölgelerde iktidar ciddi oy kayıpları yaşadı ve AKP tarihinin en büyük yenilgisini aldı.
Anketler, halkın %80’inden fazlasının Türkiye’nin ekonomik kriz içinde olduğunu düşündüğünü ortaya koyuyor. Bu denli yaygın bir kanı, iktidarın geleneksel tabanında bile rahatsızlık yarattı. Özellikle sabit gelirli kesimler (emekliler, asgari ücretliler) enflasyon karşısında ezilirken, Erdoğan’a olan güvenlerini yitirmeye başladılar.
İş dünyasına gelince, orada da çatlaklar gözleniyor. Erdoğan uzun süre “düşük faiz ile büyüme” politikasını iş çevrelerine kabul ettirmeye çalıştı. Ancak, 2021-2022’deki enflasyon süreci pek çok şirketi zor duruma soktu.
Yabancı yatırımcılar ise politik risk nedeniyle piyasadan çekildi. 2023 seçimlerinden sonra Mehmet Şimşek’in göreve getirilip daha ortodoks politikalara dönülmesi, küresel yatırımcı güvenini bir parça toparlamıştı. Hatta 2024’ün ikinci yarısına doğru Türkiye’nin yüksek faiz vererek yeniden yabancı fon çekmeye başladığı, devlet tahvillerinin yıl içinde %18 gibi yüksek bir getiri sağladığı görülüyordu. Ancak Mart 2025’te İmamoğlu’nun tutuklanması bu piyasa hikâyesini tersine çevirdi. İmamoğlu’na operasyon haberinin geldiği gün, TL bir anda değer kaybederek 2023 krizinden bu yana en sert düşüşünü yaşadı. Uluslararası finans çevreleri, bu olayı ekonomi programına olan güveni sarsan bir siyasi risk olarak yorumladı. Siyasi belirsizlik ve otoriter uygulamalar, ekonomideki kazanımları bir kalemde silebiliyor.
İş dünyasının yerli aktörleri (örneğin, TÜSİAD) de zaman zaman hükümete eleştirilerini dile getirdi. Özellikle hukuk güvencesi ve öngörülebilirlik konularında hükümete yapılan çağrılar arttı. Ekonomik kriz Erdoğan’ın oy tabanını daraltıyor ve eski müttefiklerini uzaklaştırıyor. Geçmişte iktidara destek veren bazı muhafazakâr iş insanları bile alternatif arayışına girmiş durumda. Ekonomik koşullar düzelmezse veya Erdoğan güven tazeleyecek adımlar atmazsa, 2028’de çok daha zayıf bir halk desteğiyle karşılaşabilir.
Unutulmamalı ki Türk siyasetinde ekonomik kriz ve işsizlik (enflasyon değil) her zaman sandığa yansımıştır. Erdoğan da benzer bir kırılmayı yaşamamak için mecburen ekonomide pragmatik adımlar atmak zorunda kalabilir. Geçmişte, kredi garanti fonu (KGF) gibi uygulamalar kanayan yaraya pansuman olarak sunuldu. Ancak, bu yöntemlerin kalıcı olamayacağını ve orta/uzun vadeye yapısal ekonomik sorunlar biriktirdiğinin altını çizmek gerekiyor.
8. Artan Sosyal Gerilimler: Türkiye’yi Otoriterleşmeye mi Yoksa Demokratikleşmeye mi Sürükleyecek?
Türkiye’de son dönemde toplumun farklı kesimleri arasında gerilimler belirginleşti. Siyasi kutuplaşma, ekonomik sıkıntılar, adaletsizlik duygusu ve özgürlüklerin kısıtlanması geniş kitlelerde birikmiş öfke yaratıyor. İmamoğlu’nun tutuklanması bu öfkenin patlamasına adeta katalizör oldu.
Mart 2025 itibarıyla Türkiye, son on yılın en büyük protesto dalgasına sahne oldu. İstanbul’dan Ankara’ya, İzmir’den Adana’ya on binler sokağa döküldü. İlginç olan, bu eylemlerde hayat görüşü taban tabana zıt kesimlerin yan yana gelmesiydi. İstanbul’daki gösterilerde sol grupların yanı sıra milliyetçi gruplar da bayraklarıyla meydandaydı. Bir yanda bozkurt işareti yapanlar, diğer yanda sol yumruklarını kaldıranlar birlikte “hükümet istifa” diye haykırdı. Bu görüntüler, Gezi Parkı protestolarından bu yana ilk kez toplumun bu kadar farklı katmanlarının ortak bir hedef için birleştiğini gösteriyor.
Artan sosyal gerilim, iki zıt ihtimali de beraberinde getiriyor: daha fazla otoriterleşme veya demokratikleşme yönünde değişim. Birinci senaryoya göre, iktidar bu protestoları bastırmak için sertleşebilir, otoriter önlemleri artırabilir. Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ndeki öğrenci eylemine polis tazyikli suyla müdahale etti, İstanbul’da Taksim Meydanı çevresinde sıkı güvenlik önlemleri alındı. Erdoğan yönetimi geçmişte de benzer durumlarda geri adım atmak yerine güvenlikçi politikaları tercih etti. Eğer protestolar büyür ve kontrol edilemez hale gelirse, hükümet OHAL ilanı, sokağa çıkma yasağı gibi yöntemlere bile başvurabilir. Bu durumda Türkiye, özgürlüklerin daha da kısıtlandığı karanlık bir tünele girebilir. Toplumsal çatışma ve kutuplaşma, iktidarın otoriteyi sağlamlaştırma gerekçesi yapılabilir.
Türkiye, özellikle son on yılda hızla otoriterleşti. Demokrasiye yöneliş, toplumun iradi kararı ve mücadelesiyle mümkün. Bugün sokaklara çıkan insanlar, ister solcu ister ülkücü olsun, ortak paydada adalet, özgürlük ve hukukun üstünlüğünü talep ediyorlar. Bu talepler eğer siyasi alanda doğru temsil bulur ve muhalefet bu enerjiyi sandığa yansıtabilirse, Türkiye yeniden demokratikleşme rotasına girebilir. Sosyal gerilim, sosyal bir basınçtır. Buradan ya düzenli bir çıkış bulur ya da patlamaya yol açar.
Önümüzdeki süreçte kritik olan, bu gerilimlerin yönetilebilmesi. Eğer iktidar şiddet sarmalını körüklerse, toplumsal çatışma derinleşip otoriterliği artırabilir. Ancak muhalefet ve sivil toplum soğukkanlı ama kararlı bir duruş sergilerse, Türkiye bu sarsıntılı dönemi demokratik reformlarla sonuçlandırabilir.
Unutulmamalı ki Türkiye, tarihinde benzer kırılma anları yaşadı. 1980 darbesi sonrası 1990’larda toplumda yeniden demokrasi arzusu yükseldi. Ya daha koyu bir baskı dönemi ya da geniş kesimlerin “yeter artık” diyerek demokratik değişimi dayattığı bir dönüşüm. Bu iki zıt yönden hangisinin tercih edileceği önümüzdeki birkaç yılın siyasi mücadelesiyle netleşecek.
Sonuç: Belirsizliklerle Dolu Bir Yol Ayrımı
Ekrem İmamoğlu’nun hapse atılması, Türkiye’yi bir yol ayrımına getirdi. Bu yazıda ele aldığım sekiz başlık, aslında bu yol ayrımının işaret taşları. Bir yanda iktidarın mevcut çizgiyi sertleştirerek devam ettirmesi, rakiplerini tasfiye edip ülkeyi otoriter bir istikamette götürmesi olasılığı var. Diğer yanda ise, ekonomik ve toplumsal baskılar sonucu bir değişim dalgasının yükselmesi, muhalefetin yeni stratejilerle başarı elde etmesi ve Türkiye’nin tekrar demokratikleşme rayına girmesi umudu duruyor.
Gerçekleşmesi muhtemel senaryo muhtemelen bu iki uç arasında bir yerde şekillenecektir. 2028’e doğru giderken, CHP’nin aday tercihi, Erdoğan’ın hamleleri, Kürt siyasetinin tutumu, anayasa ve sistem tartışmaları, laiklik-gericilik çekişmesi, seçim güvenliği, ekonomik dengeler ve sokağın sesi belirleyici olacak. Türkiye siyasetinde her şeyin çok hızlı değişebildiğini geçmişte defalarca gördük.
Uluslararası toplum ve yurtdışı için de Türkiye’nin bu süreçten nasıl çıkacağı büyük merak konusu. Türkiye’de demokrasinin akıbeti, bölge dengelerini ve dünyada otoriterlik-demokrasi mücadelesini de etkileyecek önemde. Bizler içeride sorgulayıcı ve bilinçli bir yaklaşımla gelişmeleri takip etmeli, her senaryoya hazırlıklı olmalıyız.
İmamoğlu’nun şahsında somutlaşan bu siyasal drama, aslında 85 milyonluk bir ülkenin geleceğinin dramıdır. Umudumuz, hukukun üstünlüğünün yeniden tesis edildiği, adil ve özgür bir Türkiye’nin bu zorlu imtihanlardan sonra ufukta belirmesidir.



Yorumlar