Kapitalizm Yapısal Olarak Irkçı mı?
- Arda Tunca
- 7 May
- 6 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 9 May
Kapitalizm ve Sömürü Mantığı
Kapitalizm yapısal olarak ırkçı mıdır? Irkçılık, kapitalizmin tarihsel gelişiminin tesadüfi bir yan ürünü mü, yoksa sistemin temel mantığına gömülü bir unsuru mudur? Bu sorular yalnızca ahlaki ya da felsefi nitelikli değildir. Tarihte ve günümüzde, sömürüyü, sermaye birikimini ve eşitsizliği nasıl anlamamız gerektiği ile yakından ilgilidir. Bu sorulara yanıt verebilmek için ilerleme ve kapsayıcılık söylemlerinin ötesine geçerek, kapitalist toplum içinde ırksal tahakkümü yeniden üreten yapıyı irdelememiz gerekmektedir.
Bu makalede "ırkçılık" kavramı salt etnik köken ya da ten rengi ile ilgili olarak kullanılmamıştır. Çok daha geniş bir tanım ile degerlendirilmiştir. Etnisite, din, dil, kast, milliyet, coğrafya, gelir ve sosyal sınıf farklılıklari gibi göstergeler üzerinden bazı insan gruplarının aşağı, tehditkâr ya da gözden çıkarılabilir olarak inşa edildiği çok daha geniş bir toplumsal ve siyasal bir kavramı ifade eder.
Marx, kapitalizmi bir sömürü sistemi olarak teorileştirmişti. Üretim araçlarına bağımsız erişimi olmayan proletarya, hayatta kalabilmek için emek gücünü satmak zorundaydı. Kapitalist toplumsal ilişkilerin özü, işçilerin kendi emekleriyle yarattıkları artı değerin sahibi olmamalarında yatar. Artı değer, emeğin bir kısmının karşılıksız bırakılması yoluyla, kapitaliste kâr olarak döner. Ücretli emek, gönüllü bir sözleşme altında çalışıyor gibi görünse de, gerçekte asimetrik bir üretim ilişkisi içindedir.
İlkel Birikim ve Irksal Hiyerarşiler
Sömürü, kapitalist birikimin tüm kapsamını açıklamakta yetersizdir. Marx’ın özellikle “ilkel birikim” üzerine düşüncelerinde belirttiği gibi, köleleştirme, fetih ve mülksüzleştirme gibi şiddet içeren el koyma süreçleri, kapitalist ilişkilerin ortaya çıkmasında önemli bir rol oynamıştır. Bu görüşü savunan isimlerden biri olan Cedric J. Robinson, kapitalizmin zeminsiz bir şekilde doğmadığını, mevcut ırksal hiyerarşik bir yapıyı devralarak kurumsallaştırdığını savunmuştur. Robinson, bu bağlamda kapitalist gelişim ile ırksal tahakkümün iç içe geçtiği bu yapıyı tanımlamak üzere “ırksal kapitalizm” kavramını ortaya atmıştır.
Emek Piyasalarının Ötesinde: El Koymanın Yapısal Rolü
Bu iç içe geçmiş yapıyı anlayabilmek için analitik bakış açısını emek piyasalarının ötesine taşımak gerekir. Tarihsel ve güncel el koyma süreçlerini, diğer bir ifade ile eşdeğer bir güç karşılaştırması olmaksızın toprak, emek ve yaşamın gasp edilmesini analiz etmek gerekir. Bu süreçler sistem dışı sapmalar değil, kapitalizmin küresel genişlemesinin yapısal unsurlarıdır.
Nancy Fraser’ın ifade ettiği gibi, kapitalizm yalnızca ücretli işçilerin sömürüsüne değil, aynı zamanda ücretsiz, ırksallaştırılmış ve sömürgeleştirilmiş nüfusların mülksüzleştirilmesine dayanır.
Tarihsel Irksal Mülksüzleştirme Biçimleri
Tarihsel olarak süreç, toprakların fethi, ilhakı, köleleştirme, zorla çalıştırma, çocuk kaçırma ve sistematik cinsel şiddet biçiminde kendini göstermiştir. Özellikle de kapitalist birikimin erken dönemlerinde. Atlantik üzerinden köle ticareti, sadece ahlaki bir felaket değildir. Aynı zamanda, Avrupa sermayesi için temel bir değer üretim unsurudur. Kapitalist birikimin erken dönemlerinde ırksal boyunduruk, ekonomik yaşamın dokusuna nüfuz etmişti. Siyahi olmak emeği, beyaz olmak ise değeri temsil etmekteydi.
Günümüzün Irksallaştırılmış Sömürü Mekanizmaları
Tarihsel sürecin mantığı günümüzde yok olmadı. Ancak, biçim değiştirdi. Küresel tedarik zincirlerinde, ırksallaştırılmış topluluklardan gelen emek önemli bir yer tutmaktadır. Ulusötesi insan kaçakçılığı, kadınların ve kız çocuklarının ticari bir metaya dönüşmelerine yol açabilmiştir. Şirketlerin toprak gaspı, örneğin Etiyopya’nın Gambela bölgesindeki büyük ölçekli toprak alımları ya da Endonezya’daki palm yağı genişlemesi, yerli ve kırsal toplulukları iklim dostu tarım veya karbon denkleştirme projeleri bahanesiyle yerinden etmektedir. Kenya’da karbon kredisi projeleriyle bağlantılı ağaçlandırma çalışmaları bazı toplulukların tahliyesine yol açmaktadır. Bangladeş’te iklim kaynaklı yerinden edilmeler, geniş kitleleri şehirlerdeki düşük ücretli, kayıt dışı işgücü piyasalarına sürüklemektedir.
Yağmacı borç yapıları ve bu yapıların bir sonucu olan hacizler, ABD’de siyahilerin yaşadıkları mahallelerdeki konut kredisi krizlerinden, Küresel Güney’de kamu hizmetlerini kısan IMF politikalarına kadar, toplulukları yıkıma uğratmaktadır. Porto Riko’da ABD federal gözetimi altındaki mali sömürgecilik, okul kapanmalarına ve emekli maaşlarında kesintilere neden olmuştur. Bu örnekler marjinal değil, sermayenin kendini yeniden üretme biçiminde ırksallaştırılmış ve toplulukları mülksüzleştirme yoluyla kurulmuş temel mekanizmalardır.
Bir Mülksüzleştirme Stratejisi Olarak Irkçılık
Stuart Hall’ın “Irk: Yüzen Gösteren (Floating Signifier)” başlıklı konferansında belirttiği gibi, ırk farklı bağlamlarda hiyerarşiyi meşrulaştırmak için farklı biçimlerde seferber edilen “yüzen bir gösteren (floating signifier)*” olarak işler.
"Irksallaştırma" sadece önyargı ya da kimlik meselesi değildir. Birikim, disiplin ve mülksüzleştirme sistemlerinin altını oluşturan "yapısal bir ayrım mantığıdır." Ruth Wilson Gilmore’un tanımıyla bu, “devlet onaylı ya da yasa dışı yollarla, belirli grupların erken ölüme açık hale getirilmesinin üretim ve sömürü mekanizmasıdır.” Bu anlamda, ırksal kapitalizm yalnızca mevcut farklılıkları sömürmez. Onları kendi işleyiş mantığının bir parçası olarak yaratır.
Bu yapılar rastlantısal değildir. Irksallaştırılmış topluluklar, resmi emek piyasasının dışında kalan ama sermaye birikimi için vazgeçilmez olan özgürlük yoksunluğu biçimlerine sistematik biçimde maruz bırakılır. Bunlar marjinal adaletsizlikler değil, merkezî mekanizmalardır. Sermayenin yalnızca “özgür” emeğe değil, aynı zamanda hukuki kişiliğin, siyasal korumanın ve ekonomik hakların geri çekildiği mülksüzleştirme alanlarına dayandığını gösterir.
Kapitalizm ile ırkçılık arasındaki ilişkiyi yalnızca ayrımcılık ya da önyargı merceğinden anlamak yetersizdir. Irkçılık, adeta bir mülksüzleştirme stratejisi özelliği ile iş görür. Kimlerin ücretli emek aracılığıyla sömürülebileceğini, kimlerin mülksüzleştirilebileceğini belirler. Bu anlamda, ırk sadece kültürel bir inşa değil, küresel kapitalizmin mimarisinde yapısal bir düzenleme ilkesidir.
Emperyalizm ve Kapitalizmin Küresel Mimarisi
Emperyal genişleme kapitalizmin rastlantısal bir sonucu değildir. Onun mümkün olmasının koşuludur. Giovanni Arrighi’nin Uzun Yirminci Yüzyıl (1994) adlı eserinde ileri sürdüğü gibi, kapitalist dünya sistemi her zaman hegemonik güçler tarafından yönetilmiştir. Diğer bir ifadeyle, mülkiyet iddialarında ısrarcı olabilen, piyasaları istikrara kavuşturabilen ve sınırlar ötesine güç yansıtabilecek kapasitede olan devletlerin yönetimi söz konusudur. Erken modern Avrupa’dan günümüz Amerika Birleşik Devletleri’ne kadar bu güçler, fetih, sömürgeleştirme ve müdahaleyi meşrulaştırmak için daima ırksallaştırılmış ideolojileri kullanmıştır.
Söz konusu yapılar halen varlıklarını devam ettirmektedir. İşgal altındaki Filistinliler, Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nde madenciliğe bağlı şiddet ve yapısal uyum programları gibi örnekler, ırksallaştırılmış küresel hiyerarşilerin günümüz sermaye birikimini nasıl şekillendirmeye devam ettiğini göstermektedir. İklim finansmanı mekanizmaları bile bu mantığı yeniden üretmiştir. Zengin ülkeler, Küresel Güney’de “doğa temelli çözümleri” teşvik ederken, çoğu zaman mülksüzleştirmeyi iklim eylemi kisvesi altında gizlemektedirler.
Kapitalizm ile ırksal tahakküm arasındaki yapısal iç içeliği düşünürken, eleştirinin sınırlarını da yeniden düşünmemiz gerekir. Sınıfa indirgenmiş analizler, sermaye birikiminin yalnızca ücretli emeğe değil, aynı zamanda ırksallaştırılmış mülksüzleştirme şiddetine de dayandığını kavrayamaz. Bu nedenle, kapitalizme karşı mücadele aynı zamanda ırkçılığa karşı da bir mücadele olmalıdır. Tali bir konu olarak değil, dönüşümün temel ekseni olarak.
Demokrasi ve Hukukun Sömürüyü Engellemedeki Sınırları
Demokratik sistemler ya da adil hukuk yapıları sömürüyü önleyebilir mi? Demokratik siyasal sistemler ve adil hukuk çerçeveleri, sivil özgürlükleri korumak ve toplumsal hakları geliştirmek için hayati önem taşır. Ancak, kapitalizm içindeki sömürüyü tamamen engellemek için yetersizdir.
Teorik olarak, demokrasiler vatandaşlara koruyucu iş yasaları, ayrımcılık karşıtı politikalar ve refah programları oluşturma gücü verir. Fakat pratikte, servet ve sermaye, lobicilik, seçim kampanyalarına finansman sağlama ve medya anlatılarını kontrol etme yollarıyla demokratik kurumlar üzerinde orantısız bir etki kurar.
Nancy Fraser ve Sheldon Wolin gibi düşünürlerin gösterdiği üzere, biçimsel demokrasi eşitsizliklerle varlığını sürdürebilir. Hukuk sistemleri biçimsel eşitlik sunar ama çoğunlukla eşitsizlikleri gideremez. Adalete erişim sınıfsal olarak katmanlıdır. Yasal korumalar birçok marjinal grup için erişilemez durumdadır.
Savaş sonrası İskandinav sosyal demokrasileri, içeride sömürüyü azaltmayı başarmış olsalar da, küresel tedarik zincirleri üzerinden dışsallaştırılmış sömürüye dayanmışlardır. ABD'deki Sivil Haklar Hareketi yasal hakları kazanmış olsa da ekonomik ırksal eşitsizlikler büyük ölçüde var olmaya devam etmiştir. Sömürge sonrası ülkeler hukuki egemenlik kazanmıştır. Fakat, küresel sömürüye dayalı ekonomik yapılar varlıklarını devam ettirmiştir.
Demokrasi ve hukuk, sömürünün en ağır etkilerini hafifletebilir ama mülkiyet, sermaye ve küresel güçteki yapısal eşitsizlikler sürdükçe sömürü ortadan kalkamaz.
Bu bağlamda, ırksal kapitalizme karşı mücadele yalnızca hukuki reform ve demokratik hak talepleriyle sınırlı kalamaz. Küresel kapitalizmi ayakta tutan birikim ve mülksüzleştirme yapıları bozulmadıkça, sömürü devam edecektir.
Kapitalizm rastlantısal olarak değil, yapısal olarak ırkçıdır. Kapitalizmin tarihi, imparatorluk fetihleri, kölelik ve sömürgeci yağmayla ayrılmaz biçimde iç içedir.
Kapitalizmin Ötesinde Yeni Bir Vizyona İhtiyaç
Bu yazı kapitalizme yönelik sert bir eleştiri getiriyor olsa da, bugüne dek insanlığın deneyimlediği komünist ya da sosyalist rejimlere hiçbir zaman sempati duymadım. Marx’tan ilham aldıklarını iddia eden bu sistemler, çoğu zaman Marx’ın eserlerinde teorileştirdiği düşünceleri çarpıttılar. Bu tarihsel modellere uzak duruyorum. Diğer yandan, Marx’ın kapitalizmi nasıl eleştirdiğini anlamanın bir zorunluluk olduğunu düşünüyorum. Bu zorunluluk, ideolojik sadakatle değil, sistemin zayıflıklarını ve yapısal çelişkilerini kavrayabilmek için gereklidir. Marx’ın sömürü, birikim ve sistemik eşitsizlik üzerine getirdiği analitik berraklık, bugün hâlâ son derece değerlidir.
Bugünün krizlerini anlamak için Marx’ı anlamak önemlidir. Ancak, yalnızca teşhislerle sınırlı kalmak yeterli değildir. Dünya, geçmiş deneyimlerden ders çıkaran ve hataları tekrar etmeyen, gözden geçirilmiş ve bağlamsallaştırılmış yeni bir sisteme ivedi olarak ihtiyaç duymaktadır. Bu yoldaki iyi niyetli diyalog, disiplinler, coğrafyalar ve tarihler arasında sürdürebilen yoğun ve kapsamlı tartışmaları zorunlu kılmaktadır. Ancak bu çabayla, dogmalara değil, insanlığın ortak hayallerine dayanan alternatifler hayal etmek mümkün olabilir. Bu hayali bugün hayal etmenin neredeyse imkânsız olduğunun da bilincindeyim. Felsefi olarak durduğumuz yer, zamanlar ötesidir.
* Gösteren (signifier), göstergebilimsel bağlamda "bir kavramı temsil eden işaret" anlamında kullanılır. "Yüzen" (floating) ise, anlamının sabit olmamasına, bağlama göre değişebilmesine gönderme yapar. Bu çeviri, özellikle yapısalcılık ve post-yapısalcılık literatüründe yaygındır. Örnek: "Irk, yüzen bir gösteren olarak farklı bağlamlarda farklı anlamlar kazanabilir." Literatüre açıklayıcı bir katkı sağlamak amacıyla yapılan çevirilerde daha uzun açıklamalı ifadeler de tercih edilebilir. “‘Floating signifier’ (anlamsal olarak sabitlenemeyen gösteren), belirli bir içeriğe kalıcı olarak bağlanamayan, çeşitli ideolojik anlamlarla doldurulabilen bir göstergedir.”
Comments