Men-i Müskirat Kanunu
- Arda Tunca
- 18 Eki
- 7 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 22 Eki
Ahlakın Siyasetle Kesişimi
1920’ler Türkiye’si, sadece savaş meydanlarında değil, gündelik hayatın en küçük alanlarında da bir yeniden inşa süreci yaşadı. Yeni devletin amacı yalnızca siyasi bağımsızlığı kazanmak değil, yeni bir insan modeli de yaratmaktı. Bu insan modeli, çalışkan, ölçülü, disiplinli ve en önemlisi “ahlaklı” olmalıydı. Bu dönemde çıkarılan Men-i Müskirat Kanunu (14 Eylül 1920), bu dönüşümün bir parçasıdır. Bir yandan Osmanlı’nın İslami geleneğini devralır, öte yandan yeni oluşmakta olan devletin toplumu düzenleme iradesini ilan eder.
Kanun, ilk bakışta yalnızca bir alkol yasağı gibi görünür. Fakat gerçekte, birey davranışlarını düzenleyen, kamusal alanı disipline eden, bedeni ve arzuyu devletin gözetimi altına alan bir ahlak siyaseti düşüncesinin ürünüdür.
Men-i Müskirat Kanunu’nun Doğuşu
14 Eylül 1920’de TBMM’de kabul edilen Men-i Müskirat Kanunu’nun birinci şöyledir:
“Müskiratın imali, satılması ve içilmesi memnudur.”
Bu ifade, hukukî ve sembolik anlamda yeni bir dönemin başlangıcını ifade eder. Tanzimat’tan itibaren modernleşme çabaları çoğunlukla idarî ve askerî alanlarda yoğunlaşmışken Cumhuriyet öncesi Meclis’in bu yasası toplumsal ve ahlaki alanın siyasallaşmasının ilk örneklerindendir.
Kütahya Mebusu Besim Atalay’ın öncülüğünde sunulan yasa, savaş yıllarının moral ihtiyaçlarıyla yakından bağlantılıydı. Bir milletin varoluş mücadelesi verdiği koşullarda, bedenin ve zihnin temiz tutulması bir tür “milli seferberlik ahlakı” olarak görülüyordu.
Meclis görüşmelerinde milletvekilleri, alkolü “millî iradeyi zaafa uğratan bir düşman” olarak tanımladılar. Kimi konuşmacılar, Kur’an’dan ayetlerle yasağın dinî dayanaklarını vurgularken, kimileri içkinin yol açtığı üretkenlik kaybı, fakirlik ve aile içi şiddet gibi sosyal sorunlara dikkat çekti. Bu yönüyle yasa, yalnız bir inanç dayatması değil, bir toplumsal disiplin projesiydi.
Disiplin Toplumu ve Yeni Yurttaş
Men-i Müskirat Kanunu, Michel Foucault’nun kavramsallaştırdığı anlamda bir disiplin toplumu anlayışının örneği olarak değerlendirilebilir. Devlet, sadece suç işleyenleri cezalandırmıyor, bireyin bedenini, alışkanlıklarını, tüketim biçimlerini ve keyif anlayışını biçimlendiriyordu.
Michel Foucault, Discipline and Punish: The Birth of the Prison (1975) adlı eserinde modern iktidarın doğasını masaya yatırır. Foucault’ya göre modern iktidar, yalnızca cezalandırma mekanizması değildir. Daha çok bireyleri gözlemleme, normlaştırma, içselleştirilmiş disiplin uygulama yoluyla yöneten bir yapı kurar. Birey, yalnızca yasa ile değil, davranışlarını kendi iç denetimiyle şekillendiren bir öznedir. Bu iktidar biçimi okullar, hastaneler, fabrikalar gibi kurumlarda somutlaşırken, bedenin eğitilmesi, gözlenmesi ve normalleştirilmesi süreçleri iktidarın yayılma yollarıdır.
Men-i Müskirat Kanunu, Türkiye’de iktidarın biyopolitik bir yaklaşımı olarak okunabilir. Devlet, bireyin bedeni ve arzularına normatif müdahalelerde bulunur. İçki tüketimi, yalnızca bireysel bir tercih değil, ulusal ve disipliner bir kamu alanıdır. İçki içen kişi, devletin ideal yurttaş modelinden sapmış bir öznedir. Diğer bir ifadeyle, Foucault’nun “iktidarın görünmezliği” kavramı devrededir. Disiplin, baskı olarak görünmez ama normlar aracılığıyla nüfuz eder.
Disiplin, klasik anlamda yasa gibi doğrudan baskı uygulamaz. Cezalandırmak yerine bireylerin davranışlarını içselleştirilmiş normlar aracılığıyla yönlendirir. İktidar, artık dışarıdan dayatılan bir kuvvet değil, bireyin kendi davranışlarını denetlemesini sağlayan görünmez bir mekanizma haline gelir. Bu nedenle, Men-i Müskirat Kanunu’nun kendisi elbette bir baskı aracıdır. Alkolü yasaklar, cezai yaptırım getirir. Ancak, Foucault’nun “disiplin toplumu” kavramı, bu yasanın ötesindeki davranış biçimlerini, ahlaki yargıları ve toplumsal gözetimi tarif eder.
Zamanla insanlar, cezadan korktukları için değil, “uygun” ya da “doğru” davranışın ne olduğuna inandıkları için kendilerini sınırlarlar. İktidar böylece cezayla değil, normun içselleştirilmesiyle işler. Foucault’nun ifadesiyle bu, “görünmez baskının görünür itaate” dönüşmesidir:
“Disiplin cezalandırmaz, üretir; bedeni uysal hale getirir.” (Foucault, 1975, s. 138)
Dolayısıyla disiplin, hukuki baskının ortadan kalktığı bir özgürlük alanı değil, baskının biçim değiştirdiği, görünmezleştiği bir iktidar alanıdır. Bu nedenle, Men-i Müskirat Kanunu, yalnız bir yasak değil, beden ve ahlakın siyasal ekonomisinin yeniden tanımlanmasıdır. Bu yeni disiplin, 1920’lerin sonunda şekillenecek modern yurttaş modelinin (çalışkan, ölçülü, düzenli ve seküler) öncülüdür.
Atatürk’ün Yaklaşımı
Mustafa Kemal Atatürk, bireysel yaşamında ölçülülüğü benimsemiş, alkolü bir zevk aracı değil, kültürel alışkanlık düzeyinde algılamıştır. Ancak, kamusal alanda “ölçü” kavramını her alanda esas almıştır. Atatürk’ün düşünce dünyasında ahlakı dinsel dogmalardan ziyade akıl, bilim, toplumsal fayda ekseninde inşa etme ilkesinin baskın olduğu görülür. 1924’te Men-i Müskirat Kanunu’nun kaldırılması kararının arka planında, bu yaklaşımın etkisi bulunduğu düşünülebilir: Yasağın dayatılmasından ziyade bilinç ve eğitimle ahlak üretimi tercihi.
Atatürk için içkinin zorla yasaklanmasından ziyade bireyin bilinçli tercihi önemlidir. Bu da, Cumhuriyet’in laikleşme sürecinin felsefî zeminiyle uyumludur. Devlet, vatandaşına doğru davranışı dayatmaz. Onu özgür irade ve bilgiyle biçimlendirir. Uygulamada elbette devletin moral vesayeti tamamen ortadan kalkmamış, disiplinci miras farklı biçimlerde sürmüştür.
Dini Gelenekten Ulusal Ahlaka
Osmanlı İmparatorluğu’nda içki yasağı daha çok şer’i bir norm olarak mevcuttu. Ancak, toplumsal düzeyde her zaman sıkı uygulanmamıştı. Men-i Müskirat Kanunu ile bu yasak, dinî bir temelden çıkarılıp kamusal fayda ve ulusal ahlak gerekçesiyle temellendirilmiştir.
Bu dönüşüm, Cumhuriyet modernleşmesinin karakteristik yönlerinden biridir. Devlet, ahlakın kaynağını dinden devlete taşımıştır. Ahlak, kamusal düzenin bir parçası haline gelmiştir. Davranış alanları dinin denetiminden çıkarılarak devletin gözetimi altına girmiştir.
Ahlaki Reformun Ekonomik Yüzü: İnhisarlar İdaresi
Men-i Müskirat Kanunu üç yıl kadar yürürlükte kalmıştır. 1924’te kaldırıldığında, alkol yasağı yerini tamamen zıttı bir yaklaşım olan İnhisarlar İdaresi (Tekel) sistemine bırakmıştır. Alkol üretimi ve satışı devlet tekeline dönüştürülmüş, bu sayede devlet yalnızca yasakçı değil, düzenleyici bir ekonomik aktör hâline gelmiştir.
Bu dönüşüm, yeni rejimin ahlakı yasaklarla değil, ekonomik araçlarla düzenleme yaklaşımına yöneldiğini gösterir. İnhisarlar İdaresi, Cumhuriyet’in “ahlaktan kalkınmaya” yönelen paradigmasının örneklerindendir.
Yasağın Ters Etkisi: Alkol Tüketiminin Artışı
1920–1924 arasındaki yasak, alkol tüketimini azaltmamış, aksine kaçak üretim ve tüketimi artırmıştır. TBMM Zabıt Ceridesi (1923, cilt 18) kayıtlarında, Anadolu’nun birçok yerinde ev yapımı rakı ve şarap üretiminin arttığına dair raporlar mevcuttur. Men-i müskirat devrinde tüketimin düşmediği, aksine gayrimeşru yollarla yapılan müskiratın miktarının arttığı belirtilmiştir.
Meclis tutanaklarında milletvekilleri yasağın uygulanamadığını açıkça dile getirir. Örneğin, 27 Şubat 1923 oturumunda şu ifade geçer:
“Vilayetlerde men-i müskirat tatbik olunamamaktadır. Halk, kendi evinde rakı yapmaktadır.” (TBMM Zabıt Ceridesi, Devre 1, Cilt 18, s. 145–146)
Ayrıca, erken Cumhuriyet tarihi üzerine çalışan Erik Jan Zürcher ve Bernard Lewis gibi tarihçiler de yasağın ters etkisini dile getirmişlerdir. Zürcher, Türkiye modernleşmesinde devletin bireye ahlaki müdahalesinin pratikte sınırlı kaldığını vurgulamıştır. Lewis ise, alkol yasağının pratik uygulamasının toplumun kültürel alışkanlıklarıyla çatıştığını belirtir.
Veriler, Foucault’nun teorisinin pratik izdüşümünü teyit eder. Disiplinci iktidar yalnızca norm koymakla kalmaz, bireyin davranışını kendi içinde yeniden üretilen normlarla şekillendirir. Yasak, formel olarak başarısız kaldığında ters etkiler doğurabilir.
Men-i Müskirat Kanunu’nun uygulandığı yıllar, dünya genelinde alkolün ahlak ve toplumsal düzen üzerinden tartışıldığı bir döneme denk gelmiştir. Aynı yıllarda, Amerika Birleşik Devletleri de benzer bir yasak süreci yaşamıştır.
18. Anayasa Değişikliği ve Volstead Yasası (1919) uyarınca, 1920–1933 yılları arasında alkolün üretimi, satışı ve taşınması yasaklanmıştır. Yasağın gerekçesi, Türkiye’deki gibi, “toplumsal ahlakın korunması” ve “suçun azaltılması” olarak sunulmuştur. Ancak, uygulamada sonuçlar farklı olmamıştır. ABD’de kaçak içki üretimi (bootlegging), mafya örgütlenmeleri ve yasadışı barlar (speakeasy) hızla yayılmış, toplumun geniş kesimleri yasağı fiilen delmiştir. Nihayet, yasa 1933’te 21. Anayasa Değişikliği ile kaldırılmıştır.
Bu deneyim, Türkiye’deki Men-i Müskirat Kanunu gibi, devletin ahlaki disiplin arayışının ekonomik ve toplumsal dinamiklerle çeliştiğinde sürdürülemez hale geldiğini göstermiştir. Her iki örnek de, ahlak siyaseti ile davranış denetiminin kamusal direnişle sınırlandığını ortaya koyar.
Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Meyhanede Hanımlar’ı
Ahlaki reformların toplumsal yansımalarını gözlemek için edebiyat zenginlikler sunan bir kaynaktır. Hüseyin Rahmi Gürpınar, toplumsal ahlakın dönüşümünü hicivli, gözlemci ve ironik bir dille ele almıştır.
Meyhanede Hanımlar, 6–13 Temmuz 1924 tarihlerinde Son Telgraf gazetesinde tefrika edilmiş bir romandır. Eser, Men-i Müskirat Kanunu’nun pratik etkilerini gözler önüne serer. Kadınların meyhaneye girdiği, kamusal bir mekânda içki içtiği bir kurgu, dönemin ahlak anlayışına meydan okur.
Roman, yasakların karşısında bireysel arzunun, merakın ve toplumsal değişimin gücünü sergiler. Gürpınar, bu eserle hem erkek egemen ahlakın ikiyüzlülüğünü, hem de kadınların özgürleşme arzusunun bastırılışını ortaya koyar. Meyhanede Hanımlar, Men-i Müskirat Kanunu’nun devletçe biçimlendirilmiş ahlakına karşı bireysel ahlakın direnişidir.
Romanın kadın karakterleri, içki içmekle değil, erkeklerin sahip olduğu kamusal özgürlük alanına girmekle suçlanır. Dolayısıyla, mesele sadece içki değil, kadının kamusal varlığıdır. Gürpınar, yasakların ardındaki toplumsal korkuları (özellikle kadın bedeni üzerindeki kontrolü) kısacık bir romanla ortaya çıkarır.
1920’lerdeki ahlak yasakları kısa ömürlü olsa da, devletin kültürel disiplin anlayışı uzun vadeli olarak kalıcı olmuştur. Toplumun düzgün yurttaş olarak biçimlenmesi, zamanla eğitim politikalarından şehir planlamasına, edebiyat müfredatından sanayi teşvikine kadar her alana nüfuz etmiştir.
Bu süreçte, Men-i Müskirat Kanunu gibi yasalar, modernliğin ahlaki alt yapısını inşa etme girişimleri olarak okunabilir. Ancak, bu girişimler bireyin özgürlüğünü değil, devletin ahlaki vesayetini güçlendirmiştir.
Günümüze Bakış
Alkol tüketimi konusunda AKP’nin yaklaşımı da 1920 ile benzerlik gösteriyor. AKP döneminde (2002 sonrası) alkol tüketimi üzerine yapılmış bazı gözlemler şunlardır:
2022 Türkiye Sağlık Araştırması verilerine göre, Alkol kullanmayan bireylerin (daha önce kullanan ve hiç kullanmayanlar) oranı, 2019 yılında %85,1 iken 2022 yılında artarak %87,9 olmuştur.
Bazı medya kaynakları 2021 yılında toplam alkollü içki tüketiminin %11 artışla 1 milyar 122 milyon 593 bin 148 litreye çıktığını belirtmiştir.
2004–2019 yılları arasında alkollü içecek üretim kapasitesi yaklaşık %42 artmıştır.
Rakı tüketiminde gerileme gözlemlenirken, viski tüketimi artmıştır. Son 20 yılda rakı tüketimi %5 düşerken, viski tüketimi %1.399 artmıştır.
Veriler, alkol tüketiminin AKP döneminde tek yönlü artış göstermediğini, ancak çeşitli alt kategorilerde değişken dinamikler gösterdiğini ortaya koymaktadır.
AKP iktidarı, 2002’den itibaren alkol politikalarını ekonomik olduğu kadar ahlaki ve toplumsal normların yeniden biçimlendirilmesi aracı olarak da kullanmıştır.
2013’te çıkarılan 6487 sayılı kanun ile 22.00–06.00 arası satış yasaklanmış, reklamlar kaldırılmış, okullara 100 metre mesafe içinde ruhsat verilmemiştir.
Düzenleyici paternalizm (regulatory paternalism) kavramı, birey davranışlarının devlet tarafından doğrudan yasaklama yerine dolaylı yönlendirme yoluyla biçimlendirilmesini ifade eder. Bu kavram, 2000’li yıllarda Cass Sunstein ve Richard Thaler’in geliştirdiği “liberal paternalizm” (libertarian paternalism) teorisinin bir uzantısıdır. Thaler ve Sunstein’a göre modern devlet, bireyin özgürlüğünü formel olarak koruyabilir. Ancak, vergi, teşvik, uyarı etiketi, saat sınırlaması veya reklam yasağı gibi araçlarla onu “doğru” kabul edilen tercihlere yönlendirebilir.
Sarah Conly ise, bu yaklaşımı “zorlama olmaksızın yönlendirme” olarak tanımlar ve paternalizmin modern biçiminin artık yasaktan çok davranış mühendisliği olduğunu savunur.
Bu bağlamda, AKP döneminde uygulanan alkol satış saat kısıtlamaları, yüksek vergiler ve reklam yasakları, Thaler ve Sunstein’ın “yumuşak paternalizm” modelinden daha ileri giderek, ahlaki normları düzenleme amacı taşıyan bir “düzenleyici paternalizm” biçimi sergilemiştir. Bu tür politikalar, görünürde “sağlık” veya “AB uyumu” gerekçelerine dayansa da, gerçekte davranışsal normları yeniden tanımlayan disipliner iktidar pratikleri olarak işlev görmüştür.
Vergiler 2002–2023 arasında %379 artmıştır. Türkiye Avrupa’daki en yüksek oranlardan birine sahiptir. Fiyat baskısı kayıt dışı üretimi artırmıştır.
Dönemin başbakanı, 2013’te, “Devlet, gençleri alkol alışkanlığından korumak için gerekli tedbirleri alır” diyerek bu politikaları meşrulaştırmıştır. Foucault’nun (1976) “biyopolitika” kavramı açısından bu, bireyin sağlığını değil davranış normlarını düzenleme girişimidir.
WHO verilerine göre Türkiye’de kişi başı toplam (kayıtlı+kayıt dışı) alkol tüketimi 2010–2016 arasında 2,2 litreden 2,0 litreye gerilemiştir; kayıtlı tüketim de 1,5’ten 1,3 litreye düşmüştür.
AKP dönemi düzenlemeleri, erken Cumhuriyet’in Men-i Müskirat Kanunu’yla benzer biçimde, devletin toplumsal davranışa normatif müdahalesini temsil etmektedir. Sonuçlar, alınmaya çalışılan önlemlere rağmen kayda değer değişimler ortaya koymamaktadır.
Ahlak, Devlet ve Bir Sonuç
Men-i Müskirat Kanunu, tarih kitaplarında bir alkol yasağı olarak geçer. Ancak, bir toplum mühendisliği manifestosudur. Ahlak, bu dönemde bir inanç meselesi olmaktan çıkıp, bir yurttaşlık politikası hâline gelmiştir. Devlet, bireyin davranışını düzenleyerek ulusu biçimlendirmeye girişmiştir. Dönemin, Kurtuluş Savaşı yıllarının olağandışı koşullarına denk geldiğinin altı özellikle çizilmelidir.
Men-i Müskirat Kanunu, ulusun varoluş mücadelesi verdiği bir dönemde kabul edilmiştir. Bu yönüyle yasa, yalnızca bireysel ahlakı değil, kolektif direnci de düzenlemeyi amaçlamıştır. Bir milletin bağımsızlık savaşı yürütürken “bedenin ve zihnin saf tutulması” fikri, dönemin olağanüstü şartlarında anlaşılabilir bir refleks olarak doğmuştur. Ancak, bu olağanüstü koşullar bile, toplumsal alışkanlıkların gücünü kırmaya yetmemiştir.
1920–1924 arasındaki kayıtlar, yasağın uygulandığı dönemde alkol üretimi ve tüketiminin azalmadığını, aksine kaçak üretimin arttığını göstermektedir. Olağanüstü bir seferberlik döneminde bile, devlet eliyle ahlaki disiplin toplumsal davranışı dönüştürememiştir.
Toplum, her zaman devletin mühendisliğinin ötesindedir. Gürpınar’ın meyhaneye giren kadınları gibi, birey her zaman kendi arzusu, merakı ve deneyimiyle resmi ahlakın sınırlarını aşar.
Men-i Müskirat Kanunu, sadece geçmişin bir yasa metni değil, modern Türkiye’nin bugün de hâlen devam eden bir sorusudur. Devlet ahlakı mı biçimlendirir, yoksa ahlak devleti mi?





Yorumlar