Sudan Günlükleri
- Arda Tunca
- 10 saat önce
- 12 dakikada okunur
2000’lerin sonlarında, 2010’ların başlarında bazı iş projeleri için ara ara Sudan’a giderdim. Sudan gibi az gelişmiş bir ülkede gördüklerimin ve yaşadıklarımın ne kadar ufuk açıcı olabileceği hiç aklıma gelmezdi.
Sudan’a ilk indiğimde, havaalanında her yer dünyaca adı bilinen otellerin reklam afişleriyle doluydu. Tanıdık logolar, tanıdık isimler. Fakat, içinde kedilerin cirit attığı berbat bir havaalanı. Kedilerin türü de hiçbir yerde gördüklerimden değil. Havaalanı, İstanbul’un eski Topkapı otobüs garının biraz daha derli toplu hali görüntüsünde. Burası, Hartum Havaalanı.
Havaalanı böyleyse, şehir nasıl acaba? Merak içindeyim ve bir an önce pasaport kontrolünden geçip Hartum’a girmek istiyorum.
Her yer kahverengi. Aynı rengi sürekli görmekten gözün yorulabileceğini bilmezdim. Tanımadığım, ilk kez kokladığım bir doğa kokusu var şehirde. Hiç tanıdık değil.


Hartum’un merkezinde, toprak yollardan ofise gidiyorum. İlgiyle ve gayet misafirperver bir havayla karşılanıyorum. Hatta, fazla büyük bir ilgiyle. Özel hazırlık yapıldığını anlamamak, hissetmemek mümkün değil.
Ofiste başlayan konuşmalarla Sudan tecrübesi hız kazanıyor. O an, öğrenmekten ve yaşayacaklarımı hazmetmeye, anlamaya çalışmaktan yorgun düşeceğimi hiç bilmiyorum. Merak içindeyim. O güne kadar gördüğüm, gittiğim, gezdiğim hiçbir yere benzemiyor bu ülke. Daha havaalanında ve ofise giden yolda anlıyorum bunu.
Sudan şeriatla yönetilen bir ülke. Fotoğraf çekmek yasak. Buna rağmen, hatırı sayılır sayıda fotoğrafı gizlice çekmeyi başarıyorum. Kadınlar ve erkeklerin kapalı bir ortamda beraber bulunabilmesi için eş, kardeş, teyze, hala ya da baba-kız gibi ilişkilerin söz konusu olması gerekiyor. Aksi takdirde, başınız ağır belada.
Kadınların kendilerine özgü bir giyim tarzı var. Şeriatla yönetilen diğer ülkelerdekinden farklı. S. Arabistan’daki ile hiç ilgisi yok mesela. Daha yerel, daha Sudan’a özgü. Sokakta bunu görmek mümkün. Ancak, ofise gittiğimde tüm kadınlar kot pantolon ve gömlek ya da tişört giyiyor. Nedenini soruyorum. Bana saygı duydukları için böyle giyindiklerini anlatıyorlar. Oysa, risk altındalar. Mahçup hissediyorum kendimi ve buna gerek olmadığını belirtiyorum.
Hiç bilmediğim tuhaf bir his bu. Rahatsızlık hissediyorum. Fakat, konunun şahsımla ilgili olmadığını anlıyorum ilerleyen günlerde. Benimle aynı ofiste çalışacakları için yerel kıyafetlerini değiştirmiş kadınlar. Beyaz ve Türk olduğum için. Osmanlı’nın bir nevi temsili olduğum için. Çok şaşırıyorum bunu öğrendiğimde.
Sudan’da, her yabancı şirketin ofisinde bir sivil polis bulunuyor. Bir nevi ajan. Fakat, aynı zamanda pratik bir işlevi var. Şehir içinde bir yabancı olarak bir yerden başka bir yere gitmek için en yakın karakoldan izin almanız gerekiyor. İzin olmadan hareket etme şansınız yok. Turistik amaçla Sudan’a giden var mıdır bilmiyorum ama sanmıyorum. Dolaşmak imkânsız zira.
Sudan’da yabancı olarak her koşulda haksızsınız. Araç kullanıyorsanız, bir kenara aracı çekip durmuşsanız ve bir Sudanlı gelip size çarpsa bile suçlu sizsiniz. Neden? Çünkü siz, başka bir yerde doğdunuz. Allah böyle uygun görmüştü. Sudan’da ne işiniz var? Sudan’da olmanız, kadere karşı gelmek ile aynı şey. Bunu bana, kadere iman üzerinden anlattılar.
Kendimi bir Osmanlı paşası gibi hissederek devam ediyorum günlere. Kendimi tuhaf ve rahatsız hissetmeye az da olsa alışıyorum. Başka türlü işimi yapamayacağım. İnsanlarla diyalog halinde olmam gerekiyor.
Öğle saatlerinde bir mola için dışarı çıkıyorum. 50°C’ye yakın bir sıcaklık var. Nefes almak çok zor. Çöl iklimi hakim. Bir ara bir kum fırtınası da çıkıyor ve tansiyonum düşüyor. Bir süre uzanmak zorunda kalıyorum. Mola sırasında, dışarıda insanlar görüyorum tırların motor kısımlarının altına yatmış olan. Sonradan öğreniyorum ki, öğle yemeği molasında dinleniyorlarmış. Kaçacak bir gölge olmadığı için tırın altına uzanıp sohbet ediyorlar. Sonra da işlerinin başına dönüyorlar.
Bir Türk olarak Sudan’da olmanın kendine özgü hali düşündürüyor beni. Sudan, eski Osmanlı toprağı. Halkın bağımsızlık istemeyen bir havası var. Türklere karşı belirgin bir saygıları var. Mesela, Filistinliler Osmanlı’ya kızgındır. Osmanlı yüzünden bağımsız olamadıklarını ve kültürel olarak yeterince gelişemediklerini düşünürler. Sudan’daki refleks çok farklı.
İngilizlere kızgınlar. “Haklısınız, sizi yıllarca sömürdüler” diyorum. İtiraz ediyorlar. Kızgınlıklarının nedeni, İngilizlerin kendilerini terk edip kendilerine evler, binalar, kanalizasyon, yollar, ve benzeri altyapıları inşa etmeden gitmiş olmaları. Tepkileri tokat gibi vuruyor yüzüme.
Beyaz olmak da ayrı bir gözlem imkânı sunuyor Sudan’da.
Hartum’dan ayrılıp birkaç gün için Kızıldeniz kıyısındaki Port Sudan’a gidiyorum. Akşam saatlerinde yürürken, tamamlanmamış bir inşaatın içinde bir düğüne denk geliyorum. Merakımdan, göz ucuyla bakıyorum içeri. Davet ediyorlar. Giriyorum içeri. Sandalyeler on-on beş kişilik sıralar halinde dizilmiş. Sinema sırası gibi. İstanbul’un eski yazlık sinemalarındaki gibi insanın kalçalarına batan tahta iskemleler. İki blok halinde, “L” şeklinde yerleştirilmişler. Bir tarafta kadınlar, diğer tarafta erkekler.
Hiçbir şey yenmiyor, içilmiyor. Müzik var ve kamera çekimi yapılıyor. Bitmemiş bir inşaatın betonuna çakılı demir çubukların arasında bir düğün ama müthiş bir ses tesisatı. Durumu anlamaya çalışıyorum. Hem, beni neden davet ettiler içeri? Yerel danslar yapılıyor. İnsanların ellerinde uzun çubuklar. Dansın bir parçası olarak kullanılıyorlar. Kadınlar ve erkekler aynı anda ayakta dans ediyor ama bu, çiftlere uygun bir dans değil. Müzik de kültür de buna izin vermiyor.
Gelin ve damat, tak gibi bir dekorun altında çift kişilik bir koltukta oturuyor. Herkes sıraya giriyor, tebrik ediyor ve takısını takıyor. Ben de giriyorum sıraya. Sıra bana geliyor. Bir anda gelin ve damat ayağa kalkıyor. Kimse için ayağa kalkmadıklarını görmesem, normal olduğunu düşüneceğim ama değil. Neden sadece benim için ayağa kalkıyorlar? Ofisten bildiklerime dayanarak, “Türk olduğumu anlamalarına imkân yok” diyorum kendi kendime.
Ertesi gün ofiste, düğünü anlatıyorum herkese. Beyaz olduğum için ayağa kalktıklarını söylüyorlar. Bir beyazın düğünlerine gitmesi onları şereflendirmekmiş. Bu cevap karşısında daha da utanıyorum ve eziliyorum. Fakat, durum benden kaynaklanmıyor. Kadınların özellikle beyazlarla evlenip sonraki nesillerin rengini açmak için çaba harcadıklarını da o sırada öğreniyorum. Ofiste, bana bunun Sudan’da bazı çevrelerde böyle konuşulduğunu söylediler.
Düğündeki kadınların geleneksel kıyafetlerine dikkat etmiştim. Bazılarında bel üstü ve bel altı aynı renkti. Bazılarında farklıydı. Tek renk kıyafet kadının evli olmadığını, çift renk ise evli olduğunu gösteriyormuş. Erkeklere bir sinyal özelliği var kıyafetlerin. Çünkü, anne, kardeş, akrabalık veya evlatlıklık ilişkisi olmadan karşı cinsten iki kişinin bir araya gelmesi mümkün değil. İzdivacın yolunu da kıyafet üzerinden bulmuşlar. Ancak, her tür yasağın gizlice deliniyor olduğunu da tanıştığım kadınlardan ve erkeklerden dinledim.
Port Sudan’a gittiğimde, “beş yıldızlı” olduğu söylenen bir otele götürülüyorum. Böyle bir otelle karşılaşacağımı düşündürecek hiçbir yer görmüş değilim. Nasıl bir yerde acaba diye merak içindeyim. Otele gidiyoruz ve otelin markası gayet tanıdık. Ama, kullanılan isim sahte. Nitekim, ofis için mülakat yaptığım Sudanlı genç bir çocuk da bana Cambridge Üniversitesi’nden mezun olduğunu söylemişti. “Ne zaman döndün İngiltere’den?” dediğimde, “Hiç gitmedim ki döneyim” demişti. Meğer, Hartum’da adı Cambridge olan bir kurum varmış.
Kaldığım odadaki yastık o kadar kirli ki, bir tişörtümü yastık kılıfı olarak kullanmak zorunda kalıyorum ve otelden ayrılırken tişörtü yanıma almıyorum. Havaalanındaki otel afişlerinin tamamının sahte olduğu da o an çakıyor beynime. Günlerce, nerede bu oteller diye merak içindeydim oysa. Oralarda kalmak istediğimden değil, şehrin bu otellerin var olabildiği yerlerinin neresi olduğunu merak ettiğim için. Zira, her yer dökülüyor. Sirkeci’deki bir iş hanının alt katındaki han çaycısının hasır taburelerine oturup iki yudum bir şey içilecek yer dahi yok Sudan’da.
Hartum’a gittiğim dönemlerde başkentte asfalt yol yok gibiydi. Birkaç yüz metre asfalt, sonra toprak. Şimdiki halini bilmiyorum. O zamanlarda, Sudan henüz kuzey ve güney olarak ikiye bölünmemişti.
Hartum’da büyük bir Birleşmiş Milletler yerleşkesi vardı. Etrafı dev beton bloklarla çevriliydi. İntihar saldırıları söz konusu olduğu için böyle korunuyordu. Osama Bin Laden’in uzun süre Hartum’da yaşamış olduğu biliniyordu.
Şehirde betonarme bina sayısı çok az. Var olanlar da derme çatma. Halkın büyük bölümü açıkta yatıyor. Kobra dahil her tür zehirli hayvanla karşılaşma riski var. Bu nedenle, anlattıklarına göre, bebeklikte ve çocuklukta belli periyotlarla insanlara küçük dozlarda kobra zehiri zerk ediliyormuş. Zamanla zehire karşı direnç gelişiyormuş ve kobra tarafından yetişkinliklerinde sokulsalar bile ölmüyorlarmış.
İnsanlar yolda yürürken tuvalet ihtiyaçları geldiğinde duruyor, çömelip işlerini görüyor ve kalkıp yürümeye devam ediyorlardı. Ülkede, fotoğraf çekmek yasak ama çaktırmadan böyle birinin fotoğrafını çekmiştim. Bulamıyorum fotoğrafı.
Hartum’dan Port Sudan’a bir saatlik bir uçuşla varmıştık. Uçak kalkarken, altımda havaalanı. Pistin bitişini görebiliyorum. Enkaz halinde uçaklar var. “Bunlar nedir?” diyorum. “Son dönemlerde havalanmak üzereyken düşen uçaklar bunlar” diyor yanımdaki İngiliz. “Ne diyorsun?” diye bir tepkiden öteye geçemiyorum. Uçak kalkmadan önce, erkek hostes tarafından okunan Kur’an ayetlerinin etkisindeyim zaten ve havadayız. Yapabileceğim hiçbir şey yok.
Port Sudan’dan Hartum’a geri dönerken, uçağımız sekiz saatlik bir rötar yiyor. Bir saatlik bir uçuş için sekiz saatlik rötar nasıl açıklanabilir. Uçak, Hartum’dan tam saatinde kalkacakken, Kahire yolcuları çıkıvermiş ortaya. “Bunları götürelim bari” demişler. Kahire’de bu kez Cidde yolcuları çıkmış ortaya. Onlar için de “götürelim bari” demişler. Dolmuş mantığında çalışıyor uçaklar.
Sekiz saatlik beklemeden sonra uçabildik. Kaptan, gecikme için özür diledi. Fakat, sekiz saatin sadece son bir saatlik kısmı için. Kimse havayolu şirketine “Neden tarifeli bir uçak için Kahire’ye, Cidde’ye yolcu taşıdınız?” sorusunu sormuyor. Kaptanın son bir saat için özür dileme nedenini de uçak havalandıktan yaklaşık on beş dakika sonra öğrenebildik: motor çalışmamış. Yine havadayız ve yine yapacak bir şey yok.
Port Sudan’da iken, Sawakin’e doğru yola çıktık. Ülkede Cuma ve Cumartesi günleri hafta sonu olduğu ve o gün de Cumartesi olduğu için Sawakin üzerinden Kızıldeniz kıyısında bir yere götürülüyoruz. Amaç, bir yer görmek ve deniz kenarında vakit geçirmek.
Yol bitmek bilmiyor. Neden hâlâ şehre ulaşamadığımızı soruyorum. Şehri geçtiğimizi söylüyorlar. Ama ortada şehir denebilecek bir şey görmüyorum yol boyunca. Hiç bina yok. Şehir, dört uzun ağaç dalının yere dikilip üzerlerinin brandayla kapatılmasıyla oluşturulmuş, ev niyetine kullanılan çardak benzeri yerlerden ibaret. Hepsini araçtan gördüm ama buranın şehir merkezi olabileceğini düşünemedim. O çardaklar insanların evleriymiş meğer. Bu çardakların altında gece uyuyor, ertesi gün kalkıp çalışmaya gidiyorlar.

Kızıldeniz kıyısındaki yere ulaşıyoruz. Yemek yiyeceğimizi söylüyorlar. Bir çardağın altına oturuyoruz. Burasının bir lokanta olduğu söyleniyor. Ancak, bir lokantada olduğumuzu hissettirecek hiçbir emare yok.
Çardağın zemininde bir halı var. Oturuyoruz. Birisi geliyor ve yemek yiyip yemeyeceğimizi soruyor. Yiyeceğimizi söylüyoruz. Çocuk, arkasını dönüp gidiyor. “Ne yemek istediğimizi sormadı” diyorum. “Gerek yok” diyorlar. Çocuğu izliyorum. Eline bir zıpkın alıp suya atlıyor. Zıpkınla balık avlayıp yememiz için pişirecek ve bize servis (!) edecekmiş. Sudan’da şaşkınlık hissinin sonu yok.

Yemeği beklerken, kıyıda yürüyorum. Deniz kabuklarının olduğu bir yere ulaşıyorum. Birileri belli ki bu deniz kabuklarını yığmış oraya. Çocuklar oyun oynamış olabilir. Birisi, deniz kabuklarını bir araya getirip kendince hoşlandığı bir şekil çizmeye çalışmış olabilir. Ama, hayır!
Deniz kabuklarının üzerinden adımımı atıyorum ve anında etrafımda bağrışmalar başlıyor. Herkes bana bağırıyor. Ne dediklerini anlamıyorum ve bizim ofisteki insanlardan biri koşarak yanıma geliyor ve geri dönmem gerektiğini söylüyor. Dediğini yapıyorum ama kopan gürültüyü anlamlandıramıyorum.

Deniz kabukları ile oluşturulan çizgiler bir cami şeklinde imiş ve ben caminin içine girmişim. Yanıma gelip beni uyaran kimse olmasa, belki de saldırıya uğrayacaktım. Öylesine sinirle bağırdılar etraftakiler bana. Aradan bir süre geçti ve biri bu “camiye” girip namaz kılmaya başladı. Bulunduğumuz noktanın karşı kıyısından Mekke’ye ulaşılıyor. Cami, tam olarak kıbleye bakıyor.

Sawakin yakınlarındaki bu sahilin ilginç ve önemli bir hikayesi var. Balık tutmak için suya atlayan çocuk, suda uzun bir yürüyüşle ilerledi. Fakat, su derinleşmedi. Bu derinleşmeyen suyun bir noktasında suya atladı ve zıpkınla balık tuttu.
Lokantanın etrafında dolanan bir adamla yüz yüze geldik ve selamlaştık. Mükemmel bir İngilizce ile konuşmaya başladı. Koskoca bir çölü aşıp ulaştığımız ve yakınlarda hiçbir yerleşim yerinin olmadığı bir yerde rastladığımız birisinin bu düzeyde İngilizce konuşması dikkatimi çekti. Sudan, eski bir İngiliz sömürgesi ama Sudanlılar pek İngilizce bilmiyor. Adamla sohbet etmeye başladık.
Tanıştığım kişi, yıllarca gemilerde çalışmış. Dünyanın her yerine gitmiş. 50’nin üzerinde ülke görmüş. “İnsanın ülkesi gibi yok ama” diyor. Bulunduğumuz yere istinaden, ne kadar mükemmel bir yer olduğunu anlatıyor.
Kendisini dinlerken öğreniyorum ki, bu sahile zamanında Kaptan Jacques-Yves Cousteau gelmiş Calypso adlı gemisiyle. Zıpkınla balık tutmak için suya atlayan çocuğun daha öteye gitme şansı yokmuş. Biraz daha ilerlerse, denizin altında büyük bir uçurumun kıyısına ulaşırmış. Denizin altında, bir vadi gibi olan yerde köpekbalıkları varmış. Üreme alanlarıymış orası. Balık yakalamaya giden çocuk o vadiye varacak olursa, vadiden sağ çıkamazmış. Kaptan Jacques-Yves Cousteau da işte bu köpekbalıklarını incelemek istemiş zamanında.
İstanbul’a dönünce, hemen araştırmıştım Sudan’da ne yapmış Kaptan Jacques-Yves Cousteau diye. Sudan’ın deniz sularını ilk kez 1950’lerin ortalarında ziyaret etmiş. Esas olarak, Sha’ab Rumi resifinde çok dolanmış. Burada, Précontinent II adında bir yerleşke kurmuş. Artık parçalanmış olsa da, deniz tabanında kalan bazı yapılar, balık kafesleri, alet barakası ve küçük hangar gibi kalıntılar dalgıçlarca ziyaret edilebiliyormuş.
Cousteau, daha sonra, 1967 ve sonraki yıllarda da Sudan kıyılarında, Darraka Adası civarında keşifler ve deniz yaşamı incelemeleri yapmış. Sawakin yakınlarında, benim de gittiğim sahile de işte bu dönemlerde uğramış.
Lapa kıvamındaki pilavın üzerinde ve büyükçe bir metal tepside birkaç balık geliyor. Çatal, bıçak ya da kaşık yok. Herkes tepsinin etrafına toplanıyor ve elleriyle pilava dalıyorlar. Avuçlarındaki pilavı tükürükleriyle belli bir kıvama getiriyorlar, yutmuyorlar ve yeniden avuçlarına koyuyorlar. Biraz havalandırıp yemeye başlıyorlar. Bu yöntemle, daha lezzeti oluyormuş pilav.
Balık ise, bir kenarından koparanın elinde kalıyor. Herkesin kendisine ait değil her bir balık. Yemeğin üzerine üşüşmek suretiyle, kim hangi parçayı koparırsa yiyor. Günlerce aç kalmış durumdayım. Balığın da taze olduğundan eminim. Gözüm hiçbir şey görmüyor ve ben de üşüşüyorum tepsinin üzerine.

Sahildeki bu yemekten önce, yanımda götürdüğüm taze kaşar ve kuru yemiş dışındaki son yemek denemem başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Bana ikram olsun diye bir yerden pizza getirtmek istemişlerdi ofise. Risk almamak için sadece peynirli olmasını istemiştim. Pizzanın bir diliminden bir ısırık aldığım anda ciğerlerime adeta bir duman bastığı hissine kapılmıştım. Nedenin peynir olduğunu anlamıştım ama yapacak bir şey yoktu.
Hava alma bahanesiyle pizzamla beraber dışarı çıkıp bir yerlere atmıştım pizzayı. Onca fedakarlıkla bana yapılan ikramı beğenmemek büyük ayıp olurdu. Daha sonra, çaktırmadan valizimden biraz taze kaşar ve kuru yemiş çıkarıp yemiştim. Bu balık hikayesinden önceki son esaslı bir yemek yeme girişimi bir hüsrandı. Açtım. Etrafta, yemek için gidilebilecek lokantalarda bir şey yemeğe cesaret edemediğimi hatırlıyorum. Neden cesaret edemediğimi aşağıdaki fotoğrafların anlatabildiği düşüncesindeyim.



Sahildeki lokantadan ayrılırken, başkaları için pişirilmekte olan balıkları gördüm. Kenarda bir yağ tenekesi duruyordu ve bu yağ tenekesinden balıkların kızartıldığı tavanın içine arada bir yağ dökülüyordu. Yağ tenekesinin üzerinde “Castrol” yazmaktaydı. Yutkundum ve bizi Port Sudan’a geri götürecek araca doğru yürümeye devam ettim.

Yasak olmasına rağmen, ofisteki sivil polisin göz yummaları ve iş yaptığımız için bizleri serbest bırakması nedeniyle kadınlarla sohbetlerimde ilginç hikayeler dinlemiştim. Kendilerinin dışında üç başka kadını eş konumunda kabul etmenin nasıl bir duygu olduğunu sorabileceğim kadar ilerlemişti sohbetler. Bunu asla kabul etmediklerini ve eşlerine baskı yaparak bunu engellemeye çalıştıklarını anlatmıştı bana konuştuğum kişiler. Ancak, mecbur da kalıyorlardı mevcut duruma katlanmaya. Hiç memnun değillerdi durumdan.
İstanbul’a döndüğümde bir gün İngilizce bir gazete okuyorum. Galiba The New York Times. Kültür sayfasında, Sudan’da kadınların Perşembe akşamları eşleriyle cinsel ilişkiye nasıl hazırlandıklarını anlatan bir yazıya denk geldim. Şaşkınlıkla okudum. Çünkü bu hikâye bana Sudan’da anlatılmıştı. Kadınlar başlarının üzerinden tüm bedenlerini örtecek bir çarşaf geçiriyorlardı. Bir tütsünün dumanı tüm vücutlarına aromatik bir kokunun sinmesini sağlıyordu böylece. Tüm gün, akşam için hazırlık yapılıyordu. Sudan’da, “dukhan” adında bir ritüel ve gelenekti bu.
Böyle bir ritüel ya da gelenek olabilir. Kökeni, Afrika. Ancak, bu kadar katı, bu kadar ceza tehdidiyle yaşayan, şeriat yönetiminde ve insan hayatının bu kadar ucuz olabildiği bir ülkede bu geleneğin bana açık açık anlatılmış olması tuhaf değil miydi? Üstelik de kadınlar tarafından.
Bir seyahatimde, Port Sudan’daki bir kişiyle yürüyüşe çıktım. “Gel seni hediyelik eşya satan bir yere götüreyim” dedi. Hevesle kabul ettim. Sayısız kabile var Sudan’da. Gittiğimiz dükkânın sahibi, kabilelerden eşya toplayıp orada bir dükkânda satış yapan bir İngiliz. Bomboş bir dükkânın içine derme çatma raflar konduğunu ve tüm hediyelik eşyaların da bu raflara özensizce yerleştirildiğini hayal edin. Dükkân, böyle bir yer. Ancak, dükkânla ilgili ilginç konu bu değil.
İçeride kıyafetleri dökülen çok sayıda Çinli var. Dükkânın içinde dolaşmak mümkün değil. Basmışlar dükkânı adeta. Ancak, çıkmıyorum dükkândan. İnsanları izlemek için kalıyorum içeride ve hediyelik eşyalara bakıyor gibi davranıyorum.
Dışarı çıkınca bana şunu anlattılar: Çinli şirketlerin işçi diye getirdikleri insanların önemli bir kısmı mahkummuş. Ayda 1 Dolar’a çalıştırılıyorlarmış. Vinç, forklift gibi makinelere yatırım yapmak yerine, çok sayıda mahkumu işçi olarak kullanıyorlarmış ve bu makinelerin kaldırabileceği yükleri çok sayıda Çinli mahkum-işçi kaldırıyormuş. Ayda 1 Dolar’a!
Dünyanın haline üzüleyim mi, küfür mü edeyim, iç huzurum için görmezden mi geleyim bilemedim. Şöyle bir not düşeyim: Çin’in Kuşak ve Yol Projesi’nin başlangıç tarihi 2013’tür. Benim bu dükkâna ziyaretimin tarihi ise, 2009.
Aynı gün, Port Sudan’ın limanını görmeye de gittik. Yolda, diş hekimlerinin çok pahalı olduğunu anlatıyor Sudanlı arkadaşım. Çift tarifeli bir fiyatlama varmış. Diş çekimi için bir tarife 20 Dolar karşılığı imiş ki, bu bile Sudan koşullarında çok yüksek bir fiyat. Diğer tarife ise 100 Dolar’lıkmış. “Nedir aradaki bu fark?” diye soracak oldum. İlk tarifeye göre diş çekimi anestezisizmiş, ikincisi ise anestezili.
Limanı gördükten sonra, dolaşmaya devam ettik. Yolda karşıma çıkan bir tabela karşısında, durmasını rica ettim. Durma nedenimiz, aşağıdaki fotoğrafta görülen üniversite idi. Kapı, üniversitenin iktisadi ve idari bilimler fakültesinin girişi. Merakımı zapturapt altına alamadım o an.

İstanbul’a dönüş yolunda, uçaktayım. Yanımda bir Türk. Sohbete başladık. Doktor olduğunu ve Kızılay vasıtasıyla Darfur bölgesinde görev yapmış olduğunu anlatıyor. Darfur, Sudan’ın batısında, devletle bağlantılı olduğu söylenen silahlı grupların uyguladığı şiddet sonucu insanların yerlerinden edildiği, bu nedenle Çad sınırının bir kaçış hattına dönüştüğü bir bölge. Doktorlar, normalde iki ay için görevlendiriliyormuş ama benim yan koltuğumdaki doktor bir ayın sonunda Türkiye’ye dönmeyi talep etmiş.
Doktor, “biz bir hasta ameliyat edilecekse, ilgili yeri açarız, ameliyatı yapar, sonra da ilgili yeri kapatırız” diyor. Fakat, Darfur’da karşısına gelen vakalarda, insanların hangi noktasını ya da bölgesini nasıl toplayacağını bilemeyecek hale geldiği ve yaşadıklarına biraz daha katlanması halinde, mesleğini bırakmak zorunda kalabilecek olması nedeniyle görevden affını istemiş. Yaşadıklarını kaldıramamış psikolojisi.
Yine içim buruluyor. Ne zor şey insan olmak. Burada bunlar yaşanırken, Dünya’nın bambaşka yerlerinde bambaşka hayatlar da var. Bu, bir kader olmamalı. Fakat, trafik cezalarını kadere iman etrafında düşünen insanlarla nasıl olacak?
Anladım, insan çok da hoş bir varlık değil ama bunlara dayanamayan insanlar da var diğer yandan. Darfur ve Çinli mahkumlar akıldan gidecek manzaralar değil. Diğer yandan, daha birkaç gün önce, aynı ülkenin sahilinde, lapa halindeki pilavın ve balığın üzerine çullanmak zorunda kalan da bendim. Doktorun anlattıklarını dinlerken, aynı sahile eğlenmeye gelmiş Sudanlı gençleri izleyen ve bana ikram ettikleri kahveyi bulaşık teli ile süzüldükten sonra onlarla içen de bendim. Aynı ülke içinde farklı noktalar, başka insanlar.


Bir sonraki Sudan ziyaretim acı bir sürprizle açılmıştı. Ofise vardım yine. Artık hiçbir şeye şaşırmıyorum. Daha doğrusu, şaşırmayacağımı sanıyorum. Ofiste birisi ateşler içinde yanıyor ve titriyor. “Eve gidip neden yatmıyorsun?” diyorum. Aklımdan da bu sıcakta nasıl böyle hastalanabildiğini geçiriyorum ama söyleyemiyorum bunu elbette. Sıtma olduğunu öğrenince endişeleniyorum. Etraftakilere haber veriyorum. “Biliyoruz” diyorlar. Peki? Bakkallarda satılıyormuş ilacı. Türkiye’de bir zamanlar Gripin diye bir ilaç bakkallarda bile satılırdı. Sudan’daki sıtma hapları da böyle satılıyor. Ancak, sıtma ne ki?
Ofistekiler hiç görmediğim kadar üzgünler. Kolay soramıyorum ne olduğunu. Bakışlarımdaki merakı gören biri, “çok kötü bir haber aldık” diyor. Ofisten biri, sıcaktan bunalınca, Nil nehrine giriyor ve timsahlar tarafından adeta yok ediliyor. Kenara çöktüm. Gün boyunca hiçbir şey yapamadım. Bir sağlık sorunuyla ölümü bir yere kadar kaldırabiliyoruz ama böyle bir ölümün aklıma düşen manzaralarını kaldıramadım.

Dedim ya, çok ufuk açıcıydı Sudan diye. İnsanın hayat tecrübesi edinmesi, ufuklarını açması için az gelişmiş olanı görmesi, gelişmiş olanı görmesi kadar önemli.
Şeriat düzenindeki diktatörlüğü Sudan’da tanıdım. İnsanların ve özellikle kadınların konuşmalarından dinin bir inanç değil, daha çok bir gelenek olduğu fikrimi Sudan’da perçinledim.
Çin’in Kuşak ve Yol Projesi’nin neden ortaya çıktığını Port Sudan’da gördüğüm Çinli mahkumlarda anladım. Türkçe’deki “yok” kelimesinin anlamını o güne kadar bilmediğimi fark ettim. Dünya’nın her köşesinde her türden insanla karşılaşmanın mümkün olduğunu ve insanın dönüşme kabiliyetinin sınırsız olduğunu keşfettim.
Bazı insanların ve toplumların temel haklar (yaşama, gıda, barınma, giyinme, ve benzeri) dışında fazla talepleri olmadığını öğrendim. Bağımsızlık, demokrasi gibi kavramlara her toplumun sahip çıkmadığını ve hatta istemiyor dahi olduğunu gördüm. Psikolojinin “insan düzene demokratik haktan daha fazla önem verir” yönündeki bazı tezlerine ve görüşlerine insan manzaraları üzerinden tanıklık ettim.