21. Yüzyılda Arz ve Talebi Yeniden Düşünmek
- Arda Tunca
- 3 saat önce
- 10 dakikada okunur
Piyasa Dengesi Miti
19. yüzyılın sonlarındaki marjinal devrimden bu yana, arz ve talebin kesişimi, piyasaların bireysel tercihleri kolektif sonuçlara nasıl dönüştürdüğünü gösteren kanonik bir temsil haline geldi. Bu kesişim noktası, iktisadi düşüncenin hem görsel hem kavramsal simgesi oldu. Denge, uyumun, rasyonalitenin ve verimliliğin bir sembolü olarak sunuldu ve algılandı. Ancak, bu geometrinin arkasında kırılgan bir soyutlama bulunuyor.
Piyasaların dengeye yöneldiği varsayımı, hem 19. yüzyılın, hem de günümüzün ampirik gözlemleriyle çelişmektedir. Sanayi kapitalizmi istikrarsızdı. Deflasyonist durgunluklar, finansal panikler ve işçi ayaklanmalarına sahne oldu. Bugün ise, teknolojinin yeni devrimi, ekolojik kısıtlar, jeopolitik kırılmalar ve dijital tekelleşme eğilimi, fiyat ve miktarların kendiliğinden istikrara kavuştuğu yönündeki her türlü eğilimi temelsiz kılıyor.
Ne geçmiş, ne de bugün, kendiliğinden piyasa dengesine dair bir varsayımı desteklememektedir.
Geleneksel modelin sınırlarını anlayabilmek için kanıt olarak tarihe bakmak gerekmektedir. Denge yaklaşımı, sanayi devriminin ve mekanik temelli bir bilimsel dünya görüşünün şekillendirdiği 19. yüzyılın sonlarında ortaya çıktı. Léon Walras, Vilfredo Pareto ve William Stanley Jevons, ekonomiyi fiziğin kesinliğiyle modellemeyi hedeflediler.
Walras, piyasaların “genel dengeye” ulaşmasını, mekanikteki kuvvetlerin bir denge noktasına erişmesi gibi anlattı. Bu benzetmede fiyatlar, sistemi dengeye doğru iten kuvvetler olarak sunuldu. Oysa, piyasalar hiçbir zaman ampirik olarak istikrarlı ya da kendi kendini düzenleyen yapılar olmamıştı.
İstikrar imgesi, gözlemlenmiş tarihsel olgulardan destek almıyordu. İstikrar kavramı, fabrika üretiminin rutini, altın standardının disiplini ve mekanik biliminin pekiştirilmiş ideolojik bir tanıma sahipti.
Klasik politik iktisadın (Smith, Ricardo, Malthus, Mill, v.d.) gerilemesinden ve Marx’ın eleştirel yaklaşımlarından sonra iktisatçılar, disiplinlerini “değer yargılarından arınmış bir bilim” olarak kurmaya yöneldiler. Denge kavramı, bu tarafsızlığa hizmet etmek amaçlı olarak kullanıldı. Klasik dönemin çatışma, bölüşüm ve iktidar vurgusunu ortadan kaldıran sistemsel bir uyum anlatısı geliştirildi.
Klasik Denge Çerçevesi
Arz ve talep modeli, Jevons, Walras ve Marshall’ın analitik formatlarında ele alındı. Bu isimler, klasik iktisadın “ahlaki ve politik kaygılarını”, marjinal fayda ve üretkenlik üzerine kurulu bir “matematik diline” çevirdiler.
Modelin temel mantığı şu varsayımlara dayanıyordu:
1. İktisadi ajanlar rasyoneldir ve tercihleri statiktir.
2. Fiyatlar esnektir ve tam bilgi aktarır.
3. Rekabetçi piyasalar gönüllü mübadele yoluyla temizlenir (clearing).
Bu öncüllerden, genel denge teorisi —ki doruk noktasına Arrow ve Debreu’nun 1954 çalışmasıyla ulaşır— bir sonuca vardı: Tüm piyasaları aynı anda dengeleyen bir fiyat vektörü vardır ve bu durum Pareto etkinliğini sağlar. Ancak, bu sonucun ağır bir bedeli bulunuyordu.
Dengenin varlığını ispatlamak için teori, ekonomiyi zamandan, belirsizlikten, güç ilişkilerinden ve kurumlardan arındırmak zorundaydı. Oysa, iktisadi yaşamı dinamik ve tarihsel kılan unsurlar tam olarak bu kavramlardı.
Frank Hahn, dengeyi “bir ekonominin, mantıksal zamanda dondurulmuş olması halinde davranabileceğini” bir kavram olarak kabul etti.
Denge fikrinin neden ısrarla sürdüğünü anlamak için, doğduğu dünyayı hatırlamaya çalışalım.
19. yüzyıl, sanayide dönüşüm, emperyal rekabet ve siyasi çalkantılar çağıydı. İktisatta denge kavramının anlatılmaya çalışıldığı dönem, böyle bir tarihsel sürece sahne oluyordu.
İktisatçılar, fizikçilerin analiz yöntemlerine yaklaşmaya çalışarak kaosun ardında değişmez yasalar aradılar. Denge kavramı, piyasaların “nasıl davrandığına” dair bir pozitif anlatım değil, “nasıl davranması gerektiğine” dair normatif bir projeksiyon olarak inşa edildi. Diğer bir ifadeyle, istikrar arayan bir çağın idealine dönüştü.
Dengenin entelektüel kökenleri, 19. yüzyılın sonlarının bilimsel ve endüstriyel ethosunda yatar. Sanayi devrimi, toplumsal düzen için bir model sunduğu düşünülen büyük makine sistemleri ve üretim hatlarını yaratmıştı. Dönemin iktisat düşüncesi sanayi devriminin modelini özümsedi.
Walras’ın Elements of Pure Economics (1874) adlı eseri, piyasaları mekanik yasalar üzerine oturttu. Fiyatlar, kuvvetler gibi davranıyor, denge ise bu kuvvetlerin birbirini nötrlediği nokta olarak tanımlanıyordu.
Jevons, faydayı değişimin “itici gücü” olarak betimledi. Pareto ise, Jevons’un “itici gücünü” kayıtsızlık eğrileri ve optimizasyon kavramlarıyla matematiksel bir biçime dönüştürdü.
Mekanik ideal, Philip Mirowski’nin anlattığı üzere, tesadüf değildi. Fiziğin prestijini ve sanayinin düzenini yansıtıyordu. Mekanik anlatım, piyasaların oynaklığını gizliyordu.
İktisatçılar, makinenin öngörülebilirliğini toplumsal uyum vizyonuna tercüme etmeye çalıştılar. Üretim ve ticaretin belirsizliğini denge denklemlerine dönüştürdüler.
Denge teorisi, istikrarsızlık çağında doğdu. Uzun Bunalım (1873–1896) deflasyon, banka iflasları ve yaygın işsizlik getirmişti. Krizler, piyasalara duyulan inancı zayıflatmak yerine, teorik bir düzen arayışını tetikledi. Bu anlamda neoklasik iktisat bir güvence doktriniydi. Piyasaları, doğası gereği kendi kendini düzelten sistemler olarak tasvir ederek tarihsel çalkantıları analitik bir anomaliye dönüştürdü.
Karl Polanyi, neoklasik vizyona “piyasa ütopyası” adını verdi. Piyasa ütopyası kavramı, toplumu kendini düzenleyen değişim mekanizmalarıyla örgütleyebileceği inancını anlatıyordu. Oysa, 19. yüzyıl sonu kapitalizmi devlet desteğine dayanıyordu. Altın standardı tesis edilmiş, sömürgeci bir genişleme gerçekleşmekte ve korumacı tarifeler uygulanmaktaydı. Bu nedenle, denge modeli ideolojik bir işlev gördü. Tarihsel olarak özgül kurumları doğal ve evrensel yasalar gibi göstererek meşrulaştırma çabasına girişti.
Küresel ekonominin 1929’da çöküşü, denge kavramının gerçeklikten kopuk bir soyutlama olduğunu ortaya koydu. Fiyatlar düştü ama piyasalar süpürülmedi (clearing). Tasarruflar arttı ama yatırımlar çöktü. Görünmez el adeta felce uğradı. Keynes’in Genel Teori’si (1936) bu kırılmanın entelektüel dönüm noktası oldu. Denge kavramının yerini beklentiler, belirsizlik ve etkin talep aldı.
Keynes’e göre ekonomi, kendi kendini düzenleyen bir mekanizma değil, güven ve likidite tercihindeki dalgalanmalar tarafından sürekli şekillenen bir süreçti. Keynes’in tanımladığı “denge”, bir durgunluk noktası değil, beklentilerin geçici ve kırılgan bir hizalanmasıydı. Diğer bir ifadeyle, yeni bilgiler ve değişen algılarla sürekli sarsılan bir uyum hâli söz konusuydu. Keynes’in gözlemlediği üzere sistem “kendi kendine uyum sağlayan bir yapıda değildir… ani ve şiddetli değişimlere maruzdur.” Bu nedenle, Keynes’in tanımladığı denge, soyut ve zamansız bir mantıksal düzen değil, tarihsel süreç içinde sürekli değişen koşullara ait bir olgudur. Keynes’in “denge” kavramı, belirsizlik altında ekonomik aktörlerin kısa vadede planlarını birbirine uyarladığı geçici bir uyum hâlini anlatır ve piyasaların uzun vadede kendiliğinden dengeye ulaşacağını varsaymaz.
Daha sonra Kaldor, Keynes’in yaklaşımının gerçek ekonomiler açısından denge kavramını anlamsızlaştırdığını vurguladı. Paranın, sözleşmelerin ve beklentilerin sürekliliği, bir ekonomide yaşanan şokların ardından tam istihdamın kendiliğinden yeniden sağlanmasını mümkün kılacak otomatik bir mekanizma bulunmadığını ortaya koyuyordu. Benzer bir yaklaşımla, Harcourt da Keynesyen dengeyi geçici bir olgu olarak tanımladı. Harcourt’un anlattığı Keynesyen denge, “tarihin akışıyla sürekli yer değiştiren” bir beklentiler ve kurumlar konfigürasyonu idi. Her ikisine göre de denge, bir durağanlık hâli değil, üretim ve finansın evrilen yapısında gömülü gerçek zamanlı bir süreçti.
Davidson ise, birkaç on yıl sonra, Keynes’in düşüncesinin özünü, geleceğin olasılık hesaplarıyla öngörülemeyeceği fikrinde buldu. Gelecek geçmişten türetilemezdi. Ekonomik aktörler, hesaplanması mümkün olmayan temel bir belirsizlik içinde karar almaktaydı. Bu nedenle, dengesizlik bir istisna değil, kapitalist ekonomilerin doğal hâliydi. Diğer bir ifadeyle, mekanik bir dengeye ulaşmaksızın süren bir hareketti.
Yeniden İnşadan Soyutlamaya
Savaş sonrası yeniden inşa dönemi ve Soğuk Savaş teknokrasisi, denge kavramını yeni bir biçimde yeniden canlandırdı. Kontrol, öngörülebilirlik ve biçimsel kesinliğe takıntılı bir çağda, denge dili planlamanın ve modellemenin teknokratik hırslarına uyumluydu. İktisat, ideolojik olarak bölünmüş bir dünyada uygulamalı matematiğin bir dalı haline gelmeli, evrensel yasalar üretebilmeliydi.
Arrow–Debreu modeli, Walras’ın metaforunu biçimsel bir ispat hâline dönüştürdü. Mükemmel bilginin ve eksiksiz piyasaların varlığı altında, genel bir denge mevcuttu. Bu, ampirik bir iddia değil, “tarihten, kurumlardan ve belirsizlikten arındırılmış” bir ekonominin var olabileceğini gösteren matematiksel bir kanıttı.
Walras’ın ahlaki uyum vizyonunun yerine biçimsel varlık ispatlarını koyan savaş sonrasının teorisyenleri, dengeyi piyasaların betimlemesinden rasyonel düzenin aksiyomu haline getirdiler. Böylece Arrow ve Debreu, Walras’ın genel denge modelini matematiksel biçimde kanıtladıklarında, aslında Walras’ın dünyasının yalnızca mantıksal bir evrende var olabileceğini ortaya koymuş oldular. Bu model, tüm bilginin eksiksiz olduğu, piyasaların tam rekabet içinde işlediği ve her mal için bir piyasanın bulunduğu varsayımları üzerine kuruluydu. Gerçek ekonomilerde bu koşulların hiçbirinin tam olarak karşılanmaması, Walras’ın dünyasının yalnızca soyut bir kurgudan ibaret olduğunu gösteriyordu. Ingrao ve Israel’in de belirttiği gibi, Arrow–Debreu ispatı, sistemin iç tutarlılığını kanıtlıyordu. Ancak bu tutarlılık, gerçekliğe değil, denklemler dünyasına aitti ve bir ekonominin değil, bir matematik sisteminin dengesiydi.
Bu noktada, Frank Hahn’ın düştüğü notu yeniden hatırlamakta fayda var: bu tür modeller “mantıksal zamanda dondurulmuş bir ekonomiyi” tanımlar. Savaş sonrası dönemde geliştirilen neoklasik sentez, Keynes’in ekonomiye dair dinamik ve tarihsel bakışını, durağan denge analizlerine indirgedi. 1970’lerde rasyonel beklentiler teorisinin yükselişi ise, ekonomik aktörlerin geleceği mükemmel biçimde öngörebileceği varsayımını yeniden canlandırarak, bu statik çerçeveyi daha da pekiştirdi. Denge, ekonomik düzeni matematiksel tutarlılıkla özdeşleştiren bir çağın zihinsel dayanağına dönüştü. Her kriz, modeli çürütmek yerine, yeni denge biçimlerinin aranmasını teşvik etti.
Ne var ki tarih, dengeyi sürekli olarak çürüttü. 1970’lerin stagflasyonu, hem Keynesyen, hem de neoklasik öngörüleri boşa çıkardı. 2008 finansal krizi ise hiçbir denge modelinin öngöremediği sistemik bir istikrarsızlığı ortaya koydu.
Bugünün dijital kapitalizmi, fiyat ayarlamasından çok algoritmik geri bildirim döngüleri üzerinde işlemektedir. Kendiliğinden dengeye yönelim varsayımı, ağ etkilerini (network effects), finansal bulaşma etkisini veya ekolojik geri bildirimleri açıklayamaz. Her tarihsel dönem aynı paradoksu sergilemektedir: iktisatçılar denge fikrine ne kadar çok sarılırsa, gerçeklikten o kadar uzaklaşırlar.
Denge fikri, gerçeği yansıttığı için değil, iktisadi modellemenin alışkanlık ve geleneklerine gömüldüğü için varlığını sürdürmektedir. Ekonominin zamansal ve toplumsal karmaşıklığını, kesişen eğrilerden oluşan statik bir geometrinin içine indirger ya da sığdırmaya çalışır. Oysa tarih çok farklı bir tablo sunmaktadır. Piyasalar, kendini düzenleyen mekanizmalar değil, krizler, teknolojiler ve güç ilişkileri tarafından dönemsel olarak yeniden şekillenen tarihsel olarak koşullara bağlı kurumlardır.
İktisadın görevi, dengeyi yeniden bulmak değil, hareketi anlamak, toplumların nasıl uyum sağladığını, çatıştığını ve dönüştüğünü incelemektir.
Dengesizlik Normu
Ekonomiler dengede değildir. Üretim süreklidir, beklentiler değişkendir ve yenilikler yerleşik maliyet yapılarını altüst eder. Kısaca, belirsizlik söz konusudur.
Keynes’in The General Theory (1936) adlı eseri, temel belirsizlik kavramını ortaya koyarak klasik düşünceden kesin bir kopuşu temsil etti. Gelecek, olasılıksal olarak bilinebilir değildir. Bu nedenle yatırım, istihdam ve gelir, kendini gerçekleştiren ya da kendi kendini bozan kolektif beklentilere bağlıdır.
Myrdal ve Kaldor’un ileri sürdüğü gibi, kapitalist dinamikler döngüsel ve kümülatif süreçler tarafından şekillenir. Bunlar, dengeyi yeniden tesis etmek yerine farklılaşmayı güçlendirir. Benzer şekilde “kalıcı etki (histerezis)” kavramı, ekonomik şokların bir ekonominin seyrini kalıcı biçimde değiştirebileceğini gösterir. Böyle durumlarda sistem, “geri dönüşsüz geri bildirimler” yoluyla evrilir ve bu da denge analizini gerçek ekonomileri açıklamak açısından yanıltıcı hâle getirir. Sonuç denge değil, planların sürekli değişen bir koordinasyonudur.
Bu noktada, Joan Robinson’un şu gözlemini de önemli bir not olarak okumak gerekir: “Ekonomik sistem her zaman bir dengesizlik hâlindedir. Hareket eden bir hedefe doğru hareket etmektedir.” Bu bakış açısında denge, kümülatif nedensellik ve histerezis tarafından yönlendirilen ekonomiler için betimleyici olarak yanıltıcı bir analitik kurgudur.
Dijital Ekonomi ve Fiyat Mekanizmasının Çöküşü
Yirmi birinci yüzyılda, arz ve talebi temellendiren varsayımlar daha da aşındı. Dijital kapitalizm hem üretimi hem de tüketimi dönüştürdü:
Yazılım, veri ve algoritma gibi rakipsiz mallar (non-rival goods), marjinalist teorinin merkezindeki kıtlık mantığına meydan okumaktadır. Bir kez üretildiklerinde, bu mallar neredeyse sıfır marjinal maliyetle sayısız kullanıcı tarafından kopyalanabilir ve kullanılabilir. Böylece, fiyat mekanizmasının arz ve talebi dengeleme rolünü zayıflatır.
Ağ etkileri ve platform tekelleri artan getiri yaratmaktadır. Her yeni kullanıcı, ağın değerine katkı sağlamaktadır. Yeni kullanıcılar, ortalama maliyetleri düşürmekte ve başkalarının katılımını teşvik etmektedir. Kendini güçlendiren bu dinamik, rekabet yerine yoğunlaşma üretmekte ve azalan getiri ile piyasa dengesini varsayan neoklasik yaklaşımları geçersiz kılmaktadır.
Algoritmik fiyatlama, stratejik hesaplamaya yapmaktadır. Fiyatlar, merkezi olmayan rekabet yoluyla değil, birbirinin hareketlerini sürekli öğrenen, tahmin eden ve bunlara tepki veren algoritmaların etkileşimiyle oluşmaktadır. Bu mekanizmalar, oynaklığı artırmakta, dalgalanmaları senkronize etmekte ve dengeyi düzeltmek yerine bozmaktadır.
Talebin kendisi giderek daha fazla davranışsal reklamcılık ve algoritmik hedefleme yoluyla mühendislik ürünü hâline gelimektedir. Tercihler, sistematik biçimde yönlendirilmektedir. Bu tür sistemlerde tüketim, özerk seçimin değil, geri bildirim ve öngörünün bir sonucudur. Bu tespit de neoklasik ekonominin sabit, dışsal tercihler varsayımını zayıflatmaktadır.
Bu koşullar altında, fiyat mekanizması artık dağınık bilginin etkin bir toplayıcısı olarak klasik rolünü yerine getirmemektedir. Finansallaşma, algoritmik işlem, tekelleşmiş platformlar, spekülatif balonlar ve veri manipülasyonu ile şekillenen bir ekonomide, fiyatlar hareket eder, ancak bu hareketlerin kaynakları ve anlamları farklıdır.
Sorun, fiyat mekanizmasının artık bilgi içermemesi değildir. Sorun, fiyat mekanizmasının Hayek’in tarif ettiği biçimde rekabet ve kıtlık yoluyla dağınık bilgiyi etkin biçimde yansıtamamasıdır.
Artık fiyatlar kıtlığı ya da toplumsal değeri değil, gücü, tasarımı ve erişimi yansıtmaktadır. Böylece piyasalar, koordinasyon araçlarından çok, kontrol araçları hâline gelmiş bulunmaktadır. Arz ile talep arasındaki sınır flulaşmıştır. Zira, platformlar aynı anda hem üretir hem de tüketimi öngörür.
Klasik fiyat mekanizması, kıtlığın, rekabetin ve yerel bilginin hâkim olduğu bir dünyayı varsayıyordu. Oysa, dijital kapitalizm, bolluğun, asimetrinin ve öngörücü kontrolün egemen olduğu bir dünyada işlemektedir. Bu noktada fiyatlar, artık dağınık bilgiyi koordine etmemekte, sistemin tasarımcılarının stratejilerinin kodlarını anlatmaktadır.
Denge ve Ekolojik Kısıt
Dijital kapitalizm dengeyi yukarıdan sarsıyorsa, ekolojik sınırlar da aşağıdan sarsmaktadır. Diğer bir ifadeyle, temelden.
Klasik model, arzın ikame ve yenilik yoluyla talebe yetişebileceğini varsayar.
Oysa iklim değişikliği ve kaynak tükenmesi, üretimin biyofiziksel sınırlar içinde gerçekleştiğini göstermektedir. Ekonomi, içsel dengeye yönelen kapalı bir sistem değildir. Biyosferin açık bir alt sistemi olup entropi ve geri dönüşsüz bozulmaya tabidir.
Nicholas Georgescu-Roegen ve Herman Daly’nin öncülük ettiği ekolojik iktisat, verimliliği tahsis edici optimalite (allocative optimality) olarak değil, termodinamik sürdürülebilirlik olarak tanımlar. Bu çerçevede denge, dinamik dengeye dönüşür. Piyasa sinyallerine değil, gezegenin taşıma kapasitesine uyum sağlamak zorunda olan bir ekonomi söz konusudur.
Karmaşıklık, Evrim ve Doğrusal Dengeden Uzak Sistemler
Karmaşıklık ekonomisi (complexity economics) üzerine gelişen araştırmalar (Brian Arthur, W. Brian Lane, Doyne Farmer), denge anlayışını sorgulayan bir yaklaşım ortaya koyar. Bu bakış açısına göre ekonomiler, geri bildirim döngüleri, eşik noktaları ve kendiliğinden ortaya çıkan düzenlerle şekillenen, uyum sağlayan canlı sistemler gibi davranır.
Denge modelleri, toplu davranışın bireysel optimizasyondan türetilebileceğini varsayar. Karmaşıklık modelleri ise, etkileşimlerin kendisinin hiçbir bireyin niyet etmediği makro kalıplar yarattığını anlatır.
Bu paradigma değişimi, diğer bilimlerdeki dönüşümlerle paraleldir. Denge termodinamiği, Prigogine’in dengeden uzak sistemlerine yerini bırakmış, klasik mekanik ise kaos teorisine dönüşmüştür.
Ekonomi de benzer biçimde, istikrara yönelen bir sistem olarak değil, geçmişte atılan adımların geleceği şekillendirdiği (path dependency), yeniliklerin ve tarihsel süreçlerin istikrardan daha belirleyici olduğu evrimsel bir süreç olarak anlaşılmalıdır.
Kurumsal ve Politik Boyutlar
Denge modelleri iktidarı da gizler. Gelir dağılımı, üretimin organizasyonu ve piyasa yapısı, kişisel tercihlerin ya da anonim piyasa güçlerinin tarafsız sonuçları değil, kurumsal tasarımın ve politik mücadelenin ürünleridir. Karl Polanyi’nin The Great Transformation eseri bu açıdan öğreticidir. Piyasalar, özerk birer denge mekanizması değil, toplumsal ilişkiler içine gömülü kurumlardır. Arz ve talebi doğal yasalar gibi ele almak, adalet, emek ve çevresel sorumluluk sorularını siyasetsizleştirmektir.
Dengeyi yeniden düşünmek, iktisadı yeniden siyasallaştırmayı gerektirir. Günümüzde ve tarihsel süreçte bazıları için istikrarın, başkaları için güvencesizlik anlamına gelebileceğini, makro düzeyde görünen dengenin, bölüşüm düzeyinde derin dengesizlikleri gizleyebileceğini kabul etmek gerekmektedir.
Denge Sonrası Bir İktisat
Denge sonrası bir iktisat, arz ve talebi değişimin ontolojisi içinde, hareketin, evrimin ve tarihsel zamanın merkezde olduğu bir iktisat anlayışıyla yeniden konumlandırmalıdır.
Böyle bir yaklaşımın kabulleri şunlar olabilir:
Zaman ve tarih: Ekonomiler, her uyumun gelecekteki uyum koşullarını değiştirdiği yol-bağımlı (path dependent) ve kümülatif süreçler aracılığıyla evrilir. İstikrar geçicidir. Gelişme ise, geri döndürülemezdir.
Belirsizlik ve beklentiler: Kararlar, hesaplanabilir risk altında değil, gerçek bilinmezlik koşullarında alınır. Gelecek, olasılık tahminleriyle değil, değişen anlatılar ve kendini gerçekleştiren algılar tarafından şekillenir.
Kurumlar ve iktidar: Fiyatlar, tarafsız sinyaller değil, üretim ve bölüşümü düzenleyen politik, teknolojik ve hukuki mimari yapıların sonuçlarıdır. Piyasa düzeni keşfedilmez, tasarlanır.
Ekoloji ve maddesellik: Ekonomi, biyofiziksel gerçekliğin içine gömülüdür. Üretim termodinamik sınırlar tarafından belirlenir. Sürdürülebilirlik, büyümenin yerini verimlilik ölçütü olarak alır.
Yukarıda sıralanan yaklaşımlar, ekonomiyi statik bir makine değil, karmaşık, uyum sağlayan ve tarihsel olarak biçimlenmiş bir sistem olarak ele alan Post-Keynesyen, evrimci ve ekolojik geleneklerle uyumludur. Bu yaklaşımlar, zamanı, belirsizliği ve maddeselliği iktisadın merkezine yerleştirir. Denge sonrası bir iktisat, “hareketi” durgunluğa, “dönüşümü” dengeye ve “evrimi” mükemmeliyete tercih eder ve hayatın kendisine daha yakın bir iktisattır.
Sonuç: Dengeden Evrime
Arz ve talep modelinin kalıcılığı, büyük ölçüde pedagojik sadelik ve ideolojik hedeften kaynaklanmaktadır. Belirsizlik içindeki bir dünyaya düzen vaad ettiğini iddia etmekte ve istikrarı adaletin, verimliliği dayanıklılığın (resilience) önüne koyan modellerin temelini oluşturur.
Çağımızın krizleri (finansal, ekolojik ve teknolojik) ekonomilerin dengede değil, evrim halinde sistemler olduğunu ortaya koymaktadır.
Dengeye meydan okumak, bilimi reddetmek değil, bilimi derinleştirmektir. Dengeden kavramından uzaklaşmak, türbülansı, geri bildirimi ve gelişmeleri (emergence) yakalayabilecek bir iktisat inşa etmektir. Hayatın karmaşıklığını yansıtan bir iktisat yaratmaktır.
İktisat, eğrilerin kesiştiği noktayı bulmakla değil, nasıl hareket ettiklerini anlamaya yönelmek zorundadır. İktisat eğitimi de bu amaca hizmet etmelidir.