Anakronizm Tehlikesinden Kaçmak: Erken Modern Siyasal Felsefenin Siyasi, Sosyal, Ekomik Koşulları
- Arda Tunca
- 4 gün önce
- 19 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 3 gün önce
Giriş
Filozofları yaşadıkları dönemlerin tarihsel süreçleri içinde anlamak, fikirlerini doğru bir şekilde yorumlayabilmek için bir zorunluluktur. Bu anlayıştan yoksun bir yaklaşım, anakronizm tehlikesi doğurur. Fikirler, içinde doğdukları koşular değerlendirilmeden analiz edildiğinde, yanlış çıkarsamalara ulaşma tehlikesi ortaya çıkabilir.
Siyaset felsefesi, bugüne ait yönetişim, demokrasi ve özgürlük gibi kavramlar üzerine güncel fikirler üretmemize yarayan bir alandır.
Bu makale, siyaset teorisinde "tarihsel bağlamsallaştırma" gerekliliğini, çeşitli filozofların düşüncelerini şekillendiren toplumsal, siyasal ve ekonomik koşulları inceleyerek ele almaktadır.
Anakronizmden kaçınmak, bu eserlerin hem içeriğini, hem de niyetini daha derinlemesine kavramamıza olanak tanır ve entelektüel üretim ile tarihsel olgular arasındaki derin bağlantıyı ortaya koyar.
Felsefi metinler nedensiz olarak ortaya çıkmaz. Siyaset teorileri, tarihin belirli ve çoğu zaman çalkantılı anlarının ürünüdür. Ancak, modern okurlar, düşünürleri çoğu zaman güncel sorunların merceğinden değerlendirme hatasına düşerler. Bu da, "anakronizm" denilen hataya yol açar. Onların katkılarını çarpıtmadan anlamak için, bu fikirleri çıktıkları dünyaları hissetmeye ve anlamaya çalışarak değerlendirmek durumundayız.
Bu makale, Demos adlı web sitemde daha önce kaleme aldığım yazıların bütünleyici bir parçasıdır.
Machiavelli ve İtalyan Cumhuriyetçiliğinin Krizi
Niccolò Machiavelli’nin siyasal düşüncesi, 16. yüzyılın başlarında derinden parçalanmış İtalyan siyasi manzarasına oturtulmadan anlaşılamaz.
1469’da Floransa’da doğan Machiavelli, dış istilalar, iç hizipçilik ve cumhuriyet kurumlarının çöküşüyle damgalanmış bir istikrarsızlık döneminde yaşadı. En önemli iki eseri, Hükümdar (1513) ve Livy Üzerine Söylevler (1513–1517 arasında yazıldı), kısa ömürlü Floransa Cumhuriyeti’nin yıkıntılarından ve İtalyan siyasal özerkliğinin dağılmasından doğdu.
Machiavelli’nin yaşadığı dönemdeki İtalya, birleşik bir devlet değil, rekabet hâlindeki şehir devletleri ve prensliklerden oluşan bir mozaikti. Floransa, Milano, Venedik, Napoli ve Papalık Devletleri gibi aktörler bölgesel üstünlük için yarışıyorlardı. Bu siyasi yapılar, sık sık savaşlara, hanedan entrikalarına ve değişken ittifaklara saplanmışlardı.
1494’te, Fransa Kralı VIII. Charles’ın başlattığı dış istilalar, bir dönüm noktası oldu. İtalyan Savaşları (1494–1559), İtalya’yı Fransız, İspanyol, Kutsal Roma ve Papalık ordularının savaş alanı hâline getirdi. İtalyan özerk yönetim hayali çöktü. Büyük güçler yarımadayı işgal etti, bölüştü ve manipüle etti.
Machiavelli, 1498’de Floransa Cumhuriyeti’nde üst düzey bir görevli olarak kamu hizmetine girdi. Bu, Medici ailesinin kovulması ve kıyametçi vaiz Girolamo Savonarola’nın idamından sonraydı. 14 yıl boyunca bir diplomat ve savunma stratejisti olarak görev yaptı. Floransa’nın kırılgan cumhuriyetçi yapısını dış istilalara ve iç çalkantılara karşı korumaya çalıştı. Görevlerinden birinde, Cesare Borgia ile tanıştı. Bu tanışma, Hükümdar adlı eseri üzerindeki etkisiyle derin izler bıraktı. Borgia’nın acımasız ama etkili güç konsolidasyonu, Machiavelli’nin “virtù” kavramının, yani parçalanmış bir dünyada siyasal düzeni korumak için gerekli niteliklerin somut örneği gibi görünüyordu.
Machiavelli’nin kariyeri, 1512’de Medici ailesinin papalık ve İspanyol askeri desteğiyle yeniden iktidara gelmesiyle aniden sona erdi. Cumhuriyet devrildi, Machiavelli komplo şüphesiyle tutuklandı ve işkence gördü. Sonunda serbest bırakıldıysa da, kamu görevinden men edildi ve Sant’Andrea in Percussina’daki malikanesine çekildi. Hükümdar’ı burada kaleme aldı. Bu eser, çoğu zaman tiranlar için bir el kitabı olarak okunur. Oysa, zayıflık, ihanet ve çöküşle şekillenmiş bir bölgede siyasal istikrarı sağlama çabasının bir önerisidir.
Floransa Cumhuriyeti’nin çöküşü, Machiavelli’yi erdemli niyetlerin ve soyut ideallerin realpolitik karşısında yetersiz kaldığına ikna etti. Özellikle Livy Üzerine Söylevler’deki kurumsal tasarım vurgusu, hem monarşik tiranlığın, hem de popülist idealizmin hizipleşme ve yolsuzluk karşısında nasıl başarısızlığa uğradığını gözlemlemesinden kaynaklanır. O’nun cumhuriyetçiliği ütopyacı değildi. Roma’nın uzun ömürlü yapısını ve Floransa’nın başarısızlığını ampirik olarak inceleyen bir gözlem yapmıştı.
Machiavelli’nin Roma Cumhuriyeti kurumlarına ve özellikle de aristokrat egemenliğine karşı halkı (plebleri) temsil eden Tribünlük makamına olan övgüsü, Floransa’daki derin sınıf gerilimlerine ve elit manipülasyonlarına verdiği bir yanıttı. Bu bağlamda, Livy Üzerine Söylevler, çatışmanın ortasında, hatta çatışma sayesinde ayakta kalabilen bir cumhuriyetçiliğin teorisidir.
Machiavelli’nin özgürlük ideali (libertà), uyuma değil, düzenlenmiş çatışmaya dayanır. Bu, hem Roma anayasacılığının mirasını, hem de rekabet hâlindeki sınıflar ile dış egemenliğin yaşanan gerçekliğini yansıtır. O’na göre, soylularla halk arasındaki kargaşalar çürümenin değil, cumhuriyetçi enerjinin işaretidir. Bu düşünce, erken modern siyasal düşünceye son derece özgün bir katkıdır. Aristotelesçi uyum anlayışından köklü bir kopuştur ve mutlak monarşi eleştirisinin temelidir.
Aristotelesçi uyum, siyasal ve toplumsal düzenin denge, orantı ve bir siyasal topluluğun (politeia) içindeki farklı unsurların doğal rollerine uygun işleyişine dayandığı idealini ifade eder. Politika ve Nikomakhos’a Etik adlı eserlerinde Aristoteles, iyi işleyen bir devleti her sınıfın ve toplumsal işlevin kendi doğal yerine göre ortak iyiliğe katkıda bulunduğu bir denge sistemi olarak tanımlar.
Aristoteles, şehir devletini (polis) yaşayan bir organizmaya benzetir. Nasıl ki bedenin farklı işlevlere sahip organları varsa, polis de farklı sınıflara ve işlevlere sahiptir. Uyum, tüm parçaların (yöneticiler, askerler, zanaatkârlar, çiftçiler) kendi rollerini orantılı ve dengeli biçimde yerine getirmesiyle doğar. Adalet, herkesin kendi işini yapmasıdır (to ta heautou prattein). Hiçbir sınıf kendi rolünün dışına çıkmamalı veya diğerleri üzerinde egemenlik kurmamalıdır.
Etik’te Aristoteles, erdemin aşırılıklar arasında bir denge olduğunu öne sürer. Örneğin cesaret, gözü kara olmak ile korkaklık arasında bir ortadır. Siyasal açıdan bu, "karışık anayasal düzenlere" olan bir eğilime dönüşür. Ne sadece oligarşi (zengin azınlığın yönetimi), ne de sadece demokrasi idealdir. İdeal olan, bu iki unsurun dengeli biçimde birleştiği bir düzendir.
Aristoteles’e göre istikrarlı bir polis, vatandaşlar arasında siyasal dostluğa ya da uyuma, “homonoiaya” ihtiyaç duyar. Bu, yalnızca çatışmanın yokluğu değildir. Siyasal yaşamın amaçları üzerinde derin bir uzlaşıyı, ortak değerleri, adaletin ortak bir anlayışını ve karşılıklı saygıyı gerektirir. Politika’da, siyasal birliğin farklı kesimleri kendi çıkarlarını bütünün aleyhine aramaya başladığında, bu uyumun bozulduğunu ve hizip savaşlarının (stasis) ortaya çıktığını belirtir.
Her siyasal düzenin bir telosu (amaç) vardır ve Aristoteles’e göre polisin amacı, yurttaşlarının “eudaimoniasını (gelişmesini ve iyi yaşamını)” mümkün kılmaktır. Siyasal uyum, yasaların, eğitimin ve kurumların erdemi ve ortak iyi yaşamı destekleyecek biçimde düzenlenmesiyle sağlanır.
Machiavelli ise, Aristoteles’in idealize ettiği siyasal homonoiaya ve dengeye sırt çevirir. O’na göre sınıflar arası çatışma kaçınılmazdır ve eğer doğru kurumlar aracılığıyla yönlendirilirse, bu çatışma üretken olabilir. Roma’da patriciler (aristokrat sınıf) ile plebler arasındaki “kargaşaları” bir çöküş belirtisi olarak değil, özgürlüğün kaynağı olarak görür.
Dolayısıyla Machiavelli, Aristotelesçi siyasal amaç düşüncesinden (teleoloji) kesin bir kopuş gerçekleştirir. Uyum amacının yerini, dinamik çatışma ve rekabetçi denetim mekanizmaları alır. Bu kopuş, modern siyasal gerçekçiliğin ortaya çıkışında önemli bir dönüm noktasıdır.
Machiavelli’nin siyaset felsefesi, bölünmüşlük, ihanet ve dış işgallerle sarsılmış bir dünyaya verilen yanıttır. Bu, istikrardan değil çöküşten doğmuş bir cumhuriyet kuramıdır. O’nun fikirlerini, Rönesans İtalya’sının özgül tarihsel bağlamından, Medicilerin yükselişi ve düşüşünden, 1512’de Prato’nun yağmalanmasından, Savonarola’nın gölgesinden ve Cesare Borgia’nın etkisinden ayırarak okumak, O’nun cumhuriyetçiliğini basit bir pragmatizme indirgeme riskini taşır.
Hobbes ve İç Savaşın Travması
Thomas Hobbes’un siyasal felsefesi, en çok da Leviathan (1651) adlı eserinde ifade edildiği biçimiyle, 17. yüzyıl İngiltere’sinde yaşanan büyük tarihsel çalkantılardan ayrı düşünülemez. 1588 yılında, İspanyol Armadası’nın İngiltere’ye saldırdığı yıl doğan Hobbes, ulusal kaygının hâkim olduğu bir dönemde dünyaya geldi. O’nun tüm entelektüel kariyeri parlamento ile monarşi arasındaki gerilimin tırmandığı, dini kutuplaşmanın yoğunlaştığı ve İngiltere’deki siyasal düzenin nihayetinde çöktüğü bir ortamda şekillendi.
İngiliz İç Savaşı (1642–1651), aniden patlak vermedi. Bu savaş, onlarca yıl boyunca biriken dinsel, siyasal, ekonomik ve anayasal gerilimlerin birikiminin bir sonucuydu.
1603’te I. Elizabeth’in ölümünün ardından Tudor hanedanı sona erdi ve İskoçya Kralı VI. James, İngiltere tahtına I. James olarak geçti. Bu olay, Stuart Hanedanlığı’nın İngilter'de başlangıcı oldu. James, monarşilerin yetkilerini Tanrı’dan aldığı ve yalnızca Tanrı’ya karşı sorumlu olduğu inancı olan “kralların ilahi hakkı” doktrinini savunuyordu. Bu anlayış, parlamentonun kraliyet yetkileri üzerinde anayasal kısıtlamalar getirme isteğiyle çelişiyordu.
James, önemli mali sorunlar devralmıştı. Savaşlar, enflasyon ve yolsuzluk nedeniyle monarşi borç içindeydi. Gelir elde etmek için parlamentonun onayı olmaksızın zorla borç ve tekel hakkı verme gibi yöntemlere başvurdu. Gelişmeler, parlamentoda güvensizliği derinleştirdi.
James’in oğlu I. Charles, dinsel gerilimleri daha da tırmandırdı. Resmi olarak İngiltere Protestan Kilisesi’nin başı olan Charles, Katolik Fransa prensesi Henrietta Maria ile evlendi. Evlilik, Katolik sempatileri olduğu yönünde şüpheleri artırdı. Dahası, Başpiskopos William Laud’un anglikanizmin törensel ve hiyerarşik bir yorumunu zorla kabul ettirme kampanyasını destekledi. Püritenler, bu uygulamayı katolikliğe tehlikeli biçimde yakın buluyordu.
1637’de, İskoçya’ya Ortak Dua Kitabı’nın dayatılması, Piskoposlar Savaşları olarak bilinen büyük bir tepkiyi tetikledi (1639–1640). Bu savaşlar, Charles’ı 1640’ta parlamentoyu toplantıya çağırmak zorunda bıraktı. Böylece, 1629’dan itibaren süregelen 11 yıllık kişisel yönetim dönemi sona erdi.
“On Bir Yıllık Tiranlık” olarak da bilinen dönem boyunca I. Charles, parlamentoyu toplamadan ülkeyi yönetti. Bu süreçte, Ship Money (savaş zamanında kıyı kentlerinden alınan vergi) gibi tartışmalı mali yöntemleri barış zamanında iç bölgelere de yayarak kullandı. Bu durum, parlamentonun büyük bölümünü oluşturan toprak sahiplerini ve tüccarları öfkelendirdi.
Parlamentonun finansal desteği olmadan, Charles’ın özellikle İskoçya ve İrlanda’daki isyanları bastırma konusunda askeri seçenekleri sınırlıydı. İskoç isyanı karşısında çaresiz kalan Charles, Nisan 1640’ta “Kısa Parlamento’yu” topladı. Fakat, üç hafta içinde dağıttı. Kasım 1640’ta ise, bu kez “Uzun Parlamento’yu” toplamak zorunda kaldı. Parlamento şu adımları attı:
Charles’ın en yakın danışmanı Thomas Wentworth (Strafford Kontu) görevden alındı ve idam edildi.
Kralın üç yılda bir parlamentoyu toplamasını zorunlu kılan Üç Yıllık Yasa (Triennial Act) kabul edildi.
Kraliyet gücünün önemli araçlarından olan Star Chamber gibi mahkemeler kaldırıldı.
Charles ve destekçileri bu gelişmeleri devrimci olarak değerlendirdi. İlişkiler, parlamentonun 1641’deki İrlanda isyanı karşısında orduyu kontrol etme girişimini tartışmaya başlamasıyla daha da kötüleşti.
Bu dönemde, parlamentoda çok az farkla kabul edilen Büyük Uyarı (Grand Remonstrance), krala yönelik 200’den fazla şikâyeti içeriyordu. Esasen bir yönetim bildirisi niteliğindeydi ve bakanlar ile ordu üzerinde denetimin kral yerine parlamentoda olması gerektiğini savunuyordu. Bu durum, hem ılımlıları, hem de radikalleri tedirgin etti. Kral ile parlamento arasındaki uçurumu derinleştirdi.
Charles, beş parlamenter üyeyi vatana ihanetten tutuklamak üzere silahlı muhafızlarla Avam Kamarası’na girdi. Ancak, hedef aldığı üyeler kaçmıştı. Hiçbir kral daha önce Avam Kamarası’na bu şekilde girmemişti. Bu olay, tiranlık ve yasadışılık örneği olarak görülerek mutlakiyetçi korkuları pekiştirdi.
Parlamento, kendi milis gücünü oluşturdu. Charles, Londra’yı terk etti ve 1642 Ağustos’unda Nottingham’da kraliyet sancağını açtı. Bu, Birinci İngiliz İç Savaşı’nın resmî başlangıcıydı.
İngiliz İç Savaşı (1642–1651), Hobbes’un düşüncesi üzerinde yalnızca bağlamsal değil, kurucu bir etkiye sahipti. Bu savaş, Kral I. Charles destekçileri (royalistler) ile çoğu Püriten muhaliflerden oluşan parlamenterler arasında geçti. Savaş, 1649’da Charles’ın idamı ile sonuçlandı. Bu olay, görevdeki bir monarkın ilk kez idam edilmesiydi. Ardından, Oliver Cromwell yönetiminde kısa ömürlü bir cumhuriyet (commonwealth) kuruldu.
Hobbes, 1642’de yayımlanan De Cive adlı erken dönem eserinde mutlak otoriteyi savunmuştu. Bu dönemin olaylarından derinden etkilendi. Tüm düzenin çözülüşünü bizzat gözlemlemişti. Yaşadıkları, O’nu iç savaşın en büyük siyasal kötülük olduğuna ikna etti.
Hobbes, sıklıkla tiranlığın teorisyeni olarak görülür. Oysa, aslında anarşiden duyduğu korkuyla hareket ediyordu. Gerilimlerin tırmanmasıyla birlikte 1640 sonunda Fransa’ya kaçtı. Savaş başlamadan hemen önce. Paris’te geçen 10 yıllık sürgün sürecinde Marin Mersenne ve Pierre Gassendi gibi entelektüellerle temas kurdu. Sürgündeyken, Marston Moor Savaşı (1644) gibi askeri çatışmaların ve kralın yakalanıp idam edilmesinin haberleri gelirken, Leviathan’ın kurgusunu geliştirdi.
Leviathan’ın temel tezi şudur: İnsanlar doğaları gereği korku, rekabet ve güç arzusuyla yönlendirilir. “Herkesin herkesle savaşı (bellum omnium contra omnes)” ifadesi, yalnızca varsayımsal bir doğa durumu değil, Hobbes için iç savaşın bizzat yaşanmışlığıdır. O’nun yazımı, kaosa sürüklenen bir topluma karşı psikolojik ve siyasal bir yanıttır.
Bu yorum, aşağıdaki tarihsel anekdotlarla da desteklenebilir:
1641’deki Grand Remonstrance, Hobbes’u denetimsiz çoğulculuğun istikrarsızlığa yol açtığına ikna etti.
1649’daki Charles’ın idamı, Hobbes’un egemenliğin bölünemez ve mutlak olması gerektiği yönündeki inancını pekiştirdi.
1640’lar boyunca ortaya çıkan Leveller gibi radikal gruplar, Hobbes’a özgürlük ve eşitlik gibi kavramların siyasal birliği parçalayabileceğini gösterdi.
Hobbes’un mutlak egemen vurgusu, bölünmüş yönetimin başarısızlığına bir tepkidir. Aristotelesçi ve skolastik gelenekleri reddedip siyaseti mekanik ve geometrik ilkelerle açıklamaya yönelmiştir. Glorious Revolution (1688) sonrası dönemde yetişen Locke, anayasal yönetim hakkında daha iyimser bir görüşe sahip olabilirken, Hobbes’un fikirlerinin belirleyici deneyimi iç savaştı. Diğer bir ifadeyle, vahşi, sarsıcı ve varoluşsal bir krizdi.
Hobbes’u bu tarihsel arka plan olmaksızın okumak, siyaset teorisinin temelini yanlış anlamak olur.
Spinoza ve Hollanda Cumhuriyeti’nde Özgürlük Krizi
Baruch Spinoza (1632–1677), “Altın Çağ” olarak adlandırılan dönemdeki Hollanda Cumhuriyeti’nde yaşadı. Bu çağ, gelişen ticaret, bilimsel keşifler ve diğer Avrupa ülkelerine kıyasla benzeri görülmemiş düzeyde dini çoğulculukla tanımlanıyordu. Ancak, derin toplumsal gerilimler, siyasal istikrarsızlık ve sürekli savaş tehdidi yatıyordu.
Hollanda Cumhuriyeti resmî olarak Kalvinist bir devletti. Ancak Katolikler, Luteranlar, Anabaptistler, Yahudiler (Sefarad ve Aşkenaz), daha sonra Arminianlar ve Mennonitler gibi birçok dini grup burada yaşıyordu. Bu hoşgörü, ilkesel değil, pragmatikti. Kalvinist olmayanlar ticaret yapabilir ve yerleşebilirlerdi. Fakat, genellikle kamu görevlerinden dışlanıyor ya da yerel kısıtlamalara maruz kalıyorlardı.
Katı Kalvinist “Gomaristler” ile daha liberal “Arminianlar” (Jacobus Arminius’un takipçileri) arasındaki iç bölünme, 1618–1619’da toplanan Dordrecht Sinodu’nda Arminianların sapkın ilan edilmesiyle sonuçlandı. Bu ayrım, dini siyaset ve yönetim üzerinde kalıcı etkiler bıraktı ve doktrinsel ortodoksluğa dayalı dışlayıcı siyaset geleneğini pekiştirdi.
Spinoza’nın 1656 yılında Amsterdam Yahudi cemaati tarafından aforoz edilmesi bu sözde hoşgörülü azınlıklar içinde bile uyum baskısının ne kadar güçlü olduğunu gösterir. Bu olay, özellikle ev sahibi toplumun düşmanlığını çekmek istemeyen sürgünlerin kendi iç denetimlerini sıkı tutma eğilimini yansıtır.
Spinoza’nın mensubu olduğu Sefarad Yahudileri, İber Yarımadası’ndaki Engizisyon’dan kaçarak Hollanda’ya yerleşmişlerdi. Bu kişiler çoğu zaman converso ya da kripto-Yahudi olarak anılırdı. Görünüşte Hıristiyan gibi yaşayıp gizlice Yahudi geleneklerini sürdürüyorlardı. Utrecht Birliği (1579) ve On İki Yıllık Ateşkes (1609) sonrası göreli hoşgörünün hüküm sürdüğü Hollanda’da, özellikle Amsterdam gibi şehirlerde, bu topluluklar ticari özgürlük ve görece toplumsal istikrar kazandı.
Sefarad Yahudileri Hollanda’nın ticaret hayatına derinlemesine entegre olmuşlardı. Deniz taşımacılığı, finans ve Brezilya ile Karayipler’den gelen şeker ticareti gibi alanlarda faaliyet gösteriyorlardı. Bu başarı, onlara görünürlük ve prestij kazandırdı. Ancak, kırılganlık da getirdi. Ticari ağları onları değerli kıldığı kadar, siyasi tepkilerden ve kıskançlıktan kaçınmak adına dini uyum politikalarını benimsemeye itti. Bu nedenle, ekonomik bütünleşme tam entelektüel ya da siyasal özerklik anlamına gelmiyordu. Hollanda toplumunun açıklığı, ancak sessiz, düzenli ve siyasetten uzak kalındığı sürece geçerliydi.
Altın Çağ’daki ekonomik başarı, yeni burjuva elitlerinin (tüccarlar, bankerler, gemi sahipleri) ortaya çıkmasına yol açtı. Ancak, zenginlik eşitsiz biçimde dağılmıştı. Liman şehirlerinde yaşayan işçiler, denizciler ve zanaatkârlar özellikle savaş zamanlarında, güvencesizlik, kent kalabalığı ve fiyat artışlarıyla karşı karşıya kalıyordu.
Hollanda Cumhuriyeti bir kral tarafından değil, büyük ölçüde Hollanda Eyaletleri Meclisi’nin ve özellikle Amsterdam gibi güçlü şehirlerin egemenliğinde, eyaletlerin oluşturduğu bir konfederasyon tarafından yönetiliyordu. Johan de Witt gibi figürlerin üstlendiği "Büyük Emniyet Görevlisi (Grand Pensionary)” unvanı, fiilî liderliği temsil ediyordu. Ancak, bu cumhuriyetçi sistemin karşısında, zaman zaman kalıtsal “Stadtholder” (eyalet valisi) görevini geri kazanmak isteyen Oranj Hanedanı vardı. Bu görev, monarşik, askeri ve siyasal bir karakter taşıyordu.
1650’de William II’nin Amsterdam’a karşı düzenlediği başarısız darbe girişimiyle birlikte gerilim tırmandı. Ardından gelen Birinci Stadtholder’sız Dönem (1650–1672), cumhuriyetçi otoritenin güçlendiği ama kırılgan olduğu bir dönemdi.
Amsterdam gibi şehirler, ticareti, dini hoşgörüyü ve diplomatik tarafsızlığı savunuyordu. Zeeland gibi kırsal eyaletler ise Oranj yanlısıydı ve militarizm ile daha katı Kalvinizm’i destekliyordu. Bu kentsel-kırsal bölünme, iç siyaset ve dış ilişkiler konularında belirleyici oldu.
1672’de yaşanan “Felaket Yılı (Rampjaar)”, bu siyasal dengeyi sarstı. Fransa (XIV. Louis), İngiltere, Münster ve Köln prensi tarafından eşzamanlı olarak işgal edilen Hollanda’da halk, cumhuriyetçi elitlere sırt çevirdi. Büyük Emniyet Görevlisi Johan de Witt ve kardeşi Cornelis, Lahey’de bir Oranjcı çete tarafından acımasızca linç edildi.
Spinoza’nın yaşadığı dönemde Hollanda, İngiltere ile üç deniz savaşı yaptı (1652–1654, 1665–1667, 1672–1674). Bu savaşlar, Hollanda’nın denizcilik üstünlüğünü ve ticari egemenliğini tehdit etti. Özellikle İngiltere, ticari imparatorluğunu genişletmeye çalışırken.
XIV. Louis’nin saldırgan yayılmacılığı ve 1672’deki işgal, Hollanda güvenliğinin en zayıf noktasına işaret ediyordu. Fransa, doğudaki eyaletlerin büyük bölümünü hızla işgal etti. Sadece Hollandalıların ülkeyi sular altında bırakma taktiği (Hollanda Su Hattı) sayesinde ilerlemesi durdurulabildi.
Sürekli askeri tehdit, düzenli ordu, zorunlu askerlik ve vergi konularında ciddi tartışmalar doğurdu. Bu konular, militarizmin monarşiyi doğuracağından korkan cumhuriyetçiler ile orduyu birlik ve güç aracı olarak gören Oranjcılar arasında derin fikir ayrılıkları yarattı.
Spinoza, hoşgörünün koşullu ve geri alınabilir olduğu, siyasal otoritenin merkezi olmayan ama çetin tartışmalara sahne olduğu ve dış işgallerin sürekli bir tehdit oluşturduğu bir çağda yaşadı.
Spinoza’nın akılcı yönetim, ifade özgürlüğü ve demokratik katılım vurgusu bu değişken ortamın bir yanıtıdır. Özgürlüğün, kaos, hizipçilik ve dini tutkuların tiranlığı altında nasıl ayakta kalabileceğini teorileştirmeye çalışmıştır.
Spinoza, Amsterdam’da, engizisyondan kaçan Portekizli Yahudi converso (zorla Hıristiyanlaştırılmış) bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Kalvinist egemenliğin görece hoşgörülü olduğu Hollanda Cumhuriyeti, bu sürgünlere şartlı bir sığınma alanı sundu. Ancak Spinoza’nın hayatı, bu hoşgörünün sınırlarını da ortaya koydu. 1656’da, ruhun ölümsüzlüğünü, Tevrat’ın ilahi vahiy niteliğini ve dini yasaların otoritesini sorgulayan düşünceleri nedeniyle Amsterdam Yahudi cemaati tarafından aforoz edildi. Bu olay, Spinoza’nın yalnızca Yahudi ortodoksluğuyla değil, her türlü mezhepsel otoriteyle kopuşunu simgeledi ve onun siyasal vizyonunu daha da keskinleştirdi.
Spinoza’nın başlıca siyasal eserleri, Teolojik-Politik İnceleme (1670) ve ölümünden sonra yayımlanan Siyasal İnceleme’dir (1677). Bu metinler, hem O’nun aforoz edilme deneyiminin, hem de Hollanda Cumhuriyeti’nin siyasal çalkantılarının bağlamında okunmalıdır. Spinoza’nın yaşamı boyunca cumhuriyet, Johan de Witt liderliğindeki Cumhuriyetçi Eyaletler Partisi ile kalıtsal stadtholderlik ve askerî merkeziyetçiliği savunan Oranjcılar arasında hassas bir dengeyle yönetilmekteydi.
1660’lar ve 1670’ler boyunca bu iki hizip arasındaki gerilimler giderek arttı. İngiltere ve Fransa ile yapılan savaşlar, ekonomik daralmalar ve halk isyanları, bu gerilimleri daha da derinleştirdi. 1672’deki Rampjaar (Felaket Yılı), bir dönüm noktasıydı. Bu yıl içinde Hollanda, eşzamanlı olarak Fransa, İngiltere ve iki Alman prensliği tarafından işgal edildi. Suçlular aranırken, halkın öfkesi De Witt kardeşlere yöneldi. İkisi de Lahey’de bir Oranjcı kalabalık tarafından vahşice linç edildi ve William III yeniden iktidara getirildi.
Spinoza, De Witt’in liderliğini ve Cumhuriyetçi Eyaletler Partisi’nin cumhuriyetçi bağlılığını takdir ediyordu. De Witt kardeşlerin linç edilmesi karşısında o kadar dehşete kapılmıştı ki, cinayeti işleyenleri “barbarlar” olarak suçlayan bir bildiri asmaya çalışırken durdurulması gerektiği rivayet edilir. Spinoza, yaşamının son yıllarında Siyasal İnceleme’yi büyük olasılıkla bu ılımlı cumhuriyetçiliğin popülist ve prens yanlısı tepkilere karşı başarısızlığına kuramsal bir yanıt olarak kaleme aldı.
Spinoza’nın siyaset teorisi, radikal bir “doğalcı cumhuriyetçilik” biçimini geliştirir. Siyasal otoritenin Tanrı’dan türediği ya da örf ve âdete dayandığı fikrini reddeder. O’na göre, devlet ancak bireylerin rasyonel ve güvenli biçimde yaşamalarına olanak tanıdığı ölçüde meşrudur. Hobbes’un aksine, siyasal motivasyonun temeline korkuyu değil, kolektif akıl geliştirme yetisini yerleştirir. İnsanlar yalnızca korkan varlıklar değildir. Eğitim, diyalog ve karşılıklı anlayış yoluyla gelişebilirler.
Spinoza saf bir idealist değildir. Aklın dışında kalan irrasyonel tutkuların, özellikle dini coşkunun ve halk demagojisinin tehlikelerinin farkındadır. Ancak, Machiavelli ya da Hobbes’un aksine, bu tutkuları bastırmayı ya da çatışma üzerinden yönlendirmeyi amaçlamaz. Bunun yerine, yıkıcı tutkuları zaman içinde etkisizleştirecek kapsayıcı ve katılımcı bir yönetişim biçimi önerir.
Özellikle Spinoza, seküler devleti yalnızca çoğulculuğun tarafsız bir hakemi olarak değil, düşünce özgürlüğünü koruyan rasyonel bir yapı olarak savunur. Teolojik-Politik İnceleme’de (1670) yer alan şu cümlesi, modern demokratik teori için temel bir ilkeyi ifade eder: “Devletin amacı insanlara hükmetmek değil, onları korkudan kurtarmaktır.”
Spinoza’nın dini otorite eleştirisi ve ifade özgürlüğü savunusu, yaşadığı tarihsel deneyimden ayrılmazdır. O’nun siyasal yazıları, soyut bir felsefeden ibaret değildir. Hoşgörülü bir cumhuriyetin çöküşü, özgürlüğün kırılganlığı ve insanların istikrarlı, işbirliğine dayalı ve özgür toplumlar oluşturabileceği koşullara dair somut gözlemler içerir.
Spinoza, De Witt liderliğindeki cumhuriyetçi deneyimin çöküşüne, William III yönetiminde yükselen askeri popülizme ve dinin siyasetle olan şiddetli iç içeliğine tanıklık etti. Sansür ve şiddetle çevrili bir ortamda geliştirdiği siyaset teorisi, ilahi buyruklara ya da aristokratik erdeme değil, akla dayalı özerklik üzerine kurulu demokratik yönetim biçimini erken ve sürdürülebilir biçimde savunan ilk teorilerden biridir.
Spinoza’nın düşünceleri sıklıkla Aydınlanma akılcılığı çerçevesinde yorumlansa da, O’nun görüşleri içsel çelişkilerle dolu bir cumhuriyette şekillendi. Yurttaş özgürlüklerine derinden bağlı olan ticari bir süper güç ama aynı zamanda dini hoşgörüsüzlük, dış savaşlar ve iç hizipçilikle sürekli tehdit altında olan bir devlet.
Montesquieu ve Mutlakiyetçiliğin Kaygısı
Charles-Louis de Secondat, Baron de La Brède et de Montesquieu (1689–1755), Fransız mutlakiyetçiliğinin zirve yaptığı ve Aydınlanma düşüncesinin şekillenmeye başladığı bir dönemde yazdı. O’nun başyapıtı olan Kanunların Ruhu Üzerine (De l’esprit des lois, 1748), sıklıkla evrensel bir liberal anayasal sistem savunusu olarak yanlış okunur. Oysa bu eser, XIV. Louis’nin uzun saltanatının, aristokrat bağımsızlığının erozyona uğramasının ve Aydınlanma siyaset eleştirilerinin filizlendiği bir Fransa’nın ürünüdür.
Bordeaux yakınlarında taşra soyluluğuna mensup bir ailede doğan Montesquieu, Bordeaux Parlementosu’nun başkanlığını miras aldı. Bu bölgesel yüksek mahkemeler, bir zamanlar kraliyet otoritesine karşı denge unsurları olarak işlev görmüşlerdi. Ancak, Montesquieu’nün yetişkinlik dönemine gelindiğinde, bu mahkemelerin gücü önemli ölçüde zayıflatılmıştı. XIV. Louis’nin uzun saltanatı (1643–1715), devlet gücünü merkezileştirmiş, feodal özerkliği bastırmış, “zümre (estates)” sistemini zayıflatmış ve aristokrasiyi Versailles’daki sarayda kraliyet lütfuna bağımlı hâle getirmişti.
Montesquieu’nün siyaset teorisi, ara kurumların zayıflaması ve mutlakiyet altında yurttaş erdeminin kaybolmasına bir tepki olarak okunabilir. Antik cumhuriyetleri ve özellikle İngiliz anayasal sistemini, özgürlüğü monarşik, aristokratik ve demokratik unsurların dengesiyle koruyabildikleri için takdir etmiştir.
Montesquieu, 1729–31 yılları arasındaki İngiltere seyahatinde, bu ülkenin 17. yüzyıl boyunca geçirdiği çalkantıları doğrudan gözlemleme fırsatı buldu: İç savaş, 1688’deki Şanlı Devrim ve ardından gelen William ve Mary döneminde anayasal monarşinin kurulması. Bu görece istikrarlı sistem, yani yürütme, yasama ve yargının ayrıldığı bir yapı, Montesquieu’nün en etkili kuramsal katkısını şekillendirdi: kuvvetler ayrılığı. Ancak bu fikir, soyut bir kuramdan ibaret olmadı; doğrudan Fransa’daki mutlakiyetçilik sorununa yöneltilmiş bir eleştiridir.
XIV. Louis ve ardından gelen dönemlerdeki Fransız toplumu, katı sosyal tabakalaşma, alt sınıflar üzerindeki ağır vergilendirme ve yaygın sansürle tanımlanıyordu. Montesquieu, XV. Louis döneminde (1715–74) ve naiplik yıllarında, siyasi katılımdan dışlanmış huzursuz bir soyluluğa ve ideolojik meşruiyeti gittikçe aşınan bir rejime tanıklık etti.
Kanunların Ruhu Üzerine, siyasal sistemlerin şekillenmesinde tarihsel, coğrafi ve toplumsal etmenlerin rolünü derinlemesine ele alan bir eserdir. Montesquieu, tek bir yönetim biçiminin her ülkeye evrensel biçimde uygulanamayacağını savundu. Uygun yönetim formu, bir ülkenin büyüklüğü, iklimi, ekonomisi, dini ve toplumsal yapısına bağlıydı. Bu anti-universalizm, O’nu pek çok Aydınlanma düşünüründen ayırır.
O’nun meşhur üçlü rejim sınıflandırması (cumhuriyetler (erdem üzerine kurulu), monarşiler (onur üzerine kurulu) ve despotluklar (korku üzerine kurulu)) yalnızca bir sınıflama değil, bir uyarı niteliği de taşır. Montesquieu, Fransa’nın otoriteyi merkezileştirerek ve ara kurumları eriterek despotizme doğru sürüklendiğini düşünüyordu. O’nun denge ve denetim teorisi, özgürlüğü tarihsel olarak korumuş siyasal ara katmanların yeniden tesisine yönelik bir çabaydı.
Montesquieu, hukuk eğitimi ve klasik formasyonu sayesinde, kurumsal denge ile hukuki öngörülebilirliği harmanlayan bir özgürlük vizyonu geliştirdi. O’nun özgürlük tanımı, “her bireyin kendisini güvende hissetmesinden doğan zihinsel huzur” şeklindedir. Rousseau’nun daha sonra savunacağı halk egemenliği ve yurttaş eşitliği anlayışının aksine, Montesquieu geleneklere ve elitlerin cumhuriyeti ayakta tutmadaki rolüne saygı duyan muhafazakâr bir tutumu temsil eder.
Montesquieu'nün aristokrat duyarlılığı, gücün çok sayıda dengeleyici unsurla sınırlandırılması gerektiği düşüncesine dayanır. Bu nedenle, Montesquieu’nün ideal rejimi modern anlamda demokratik değil, klasik anlamda cumhuriyetçidir. Yasalarla yönetilen, erdem ve onurla biçimlenen ve güç dağılımıyla korunan bir sistem.
Montesquieu, özgürlüğün kırılgan olduğunu da çok iyi biliyordu. Büyük devletlerde despotizmin her zaman bir tehdit olduğunu savunuyordu. Pers, Roma ve Osmanlı imparatorluklarına duyduğu ilgi, O’nun siyasal antropoloji yaklaşımının bir parçasıydı. Bu imparatorluklarda tiranlığın psikolojik ve kurumsal kökenlerini araştırıyordu. Pers Mektupları (1721), Persli gezginlerin gözünden Fransa toplumunu tasvir eden kurgusal bir metindir. Mutlakiyetçiliğin iddialarına hem ironiyle hem mesafeyle ayna tutar, Avrupa toplumunun çelişkilerini ve önyargılarını ifşa eder.
Siyasal kurumları tarihsel bağlamda değerlendirerek onların geçiciliğini ve koşulluluğunu kabul eden Montesquieu, modern ve ampirik siyaset teorisinin önünü açtı. Çalışmaları, devrim eşiğindeki bir Fransa’dan çıktı. Ayrıcalıkların çöküşü ile yeni ekonomik ve entelektüel dalgalar arasında bocalayan bir ülkenin ürünüdür. Kanunların Ruhu’nu bu bağlam dışında okumak, Montesquieu’nun uyarılarını ve reform önerilerindeki tarihsel temeli kaçırmak olur.
Sanat, Çatışma ve Siyasal Hayal Gücü
Felsefi düşünce yalıtılmış biçimde ortaya çıkmaz. Çağının sanatında, edebiyatında ve müziğinde de yankılanır. Nasıl ki erken modern siyaset filozofları düzenin çöküşü, dini çatışmalar ve egemenlik krizlerine yanıt veriyorsa, aynı dönemdeki sanatçılar ve yazarlar da bu gerilimleri simgesel biçimler, alegoriler ve estetik yenilikler aracılığıyla değerlendirmişlerdir. Tarih boyunca siyaset, iktisat, sosyolojik yapılar sanatın kollarıyla iç içe geçmiştir.
Aşağıda seçilen bazı örnekler, büyük toplumsal, siyasal ve ekonomik dönüşümlerin yalnızca kuramsal metinlere değil, dönemin kültürel yaşamına nasıl işlediğini göstermektedir.
İngiltere: Hobbes ve İç Savaşın Travması
John Milton, Kayıp Cennet (1667): İsyan, otorite ve özgür irade gibi temaların kozmik ölçekte dramatize edildiği teolojik bir destandır. Milton’ın Şeytan’ı ile Hobbes’un Leviathan’ı, düzen ve meşruiyet kaygılarına dair korkuları yansıtır.
Andrew Marvell, Horatius’a Övgü Tarzında Ağıt (1650): Cromwell’e duyulan hayranlık ile krala duyulan yas arasında gidip gelen bir şiirdir. Siyasal sadakatin dengesizliğini yansıtır.
James Shirley, Kardinal (1641): İç savaşın hemen öncesinde, saray entrikaları ve ahlaki çözülmeyi konu alan bir trajedidir.
Henry Purcell, Dido ve Aeneas (1689): Terk edilme, kader ve duygusal yıkım temalarını işleyen bir müzik eseridir. Kralın idamından sonra kaybolan siyasal düzenin yankısıdır.
İtalya: Machiavelli ve Rönesans Krizi
Ludovico Ariosto, Çılgın Orlando (1516): Delilik ve aşk ekseninde parçalanmış bir epik bir şiirdir. Şövalyelik düzeninin çözülüşü, Machiavelli’nin geleneksel ideallere yönelik şüpheciliğiyle paralellik gösterir.
Claudio Monteverdi, Poppea’nın Taç Giymesi (1643): Siyasal kurnazlık ve erotik gücün övüldüğü bir operadır. Ahlaki saflığın değil, virtùnun (erdemli beceri) yüceltildiği bir anlatı sunar.
Pietro Aretino, Mektuplar (1537–1557): Prenslere, kilise adamlarına ve ikiyüzlülüğe yönelik alaycı mektuplar Machiavelli’nin gerçekçiliğinin edebi karşılığıdır.
Hollanda Cumhuriyeti: Spinoza ve Özgürlük Krizi
Joost van den Vondel, Lucifer (1654): Düşüşün yeniden anlatımı, teolojik başkaldırı, siyasal simgecilikle iç içe bir trajedidir. Vondel’in ilahi otoriteye yönelik ikircikli yaklaşımı, Spinoza’nın dogma eleştirisini yansıtır.
Rembrandt van Rijn, Amsterdam Kumaşçılar Loncası Denetçileri (1662): Kırılgan bir cumhuriyet düzenini yansıtan yurttaş portreleri sunar.
Constantijn Huygens Jr., Günlükler (1660’lar–1670’ler): Hollanda gerilemesi sırasında yaşanan toplumsal gerilimleri, sınıf ayrımlarını ve siyasal korkuları belgeleyen kültürel bir günlüktür.
Fransa: Montesquieu ve Mutlakiyetçilik Kaygısı
Voltaire, Felsefi Mektuplar (1734): Montesquieu’nün karşılaştırmalı siyaset yaklaşımını yansıtan felsefi bir seyahat günlüğüdür.
Jean-Philippe Rameau, Hippolyte et Aricie (1733): Geleneksel Fransız operasına başkaldıran bir müzikal yeniliktir. Aydınlanma’nın sorgulayıcı ruhunu simgeler.
Montesquieu, Pers Mektupları (1721): Fransa’daki mutlakiyetçiliğin çelişkilerini ironi ve mesafe yoluyla ifşa eden kurmaca bir mektup dizisidir.
Siyasal Krizlerin Batı Dışındaki Yansımaları
Machiavelli, Hobbes, Spinoza ve Montesquieu Batılı düşünürlerdir. Ancak, erken modern dünya, küresel ölçekte de imparatorlukların çöküşü, doktrinsel parçalanma ve iktidar-meşruiyet tartışmalarıyla sarsılmıştır. Bu gerilimler, Batı dışı toplumların kültürel üretimlerine de derin biçimde işlemiştir.
Bu ve önceki üç yazıda ele alınan düşünürlerin dönemlerinde, Batı dışındaki dünyada hangi eserler öne çıkıyordu?
Osmanlı İmparatorluğu
Kâtip Çelebi, Mizanü’l-Hakk fi İhtiyari’l-Ehakk (1656): Dini hoşgörüsüzlük, siyasal istikrarsızlık ve entelektüel durgunlukla yüzleşen bir felsefi eserdir. Spinoza gibi, Çelebi de siyasi çöküş karşısında akılcılık ve ılımlılık çağrısı yapar.
Nâbi, Hayriyye ve Tuhfetü’l-Harameyn (1642–1712): Bürokratik şişkinlik ve hizipçilik çağında ahlaki reform ve siyasal hesap verebilirlik çağrısı yapan öğretici şiirlerdir.
Babür Hindistanı
Mir Taqi Mir, Divan (1723–1810): Babür İmparatorluğu’nun çözülüşü sırasında bireysel ve toplumsal çaresizliği dile getiren gazellerdir. Siyasal çöküş ve dış istila döneminin psikolojik izlerini taşır.
Sauda, Şehr-Âşûb (1713–1781): İmparatorluğun çöküşü sırasında toplumsal çözülme ve kentsel acıları betimleyen bir şiir türüdür. Spinoza’nın Hollanda Cumhuriyeti’nde gözlemlediği istikrarsızlıkla paralellik arz eder.
Çing Hanedanı Çin’i
Kong Shangren, Şeftali Çiçeği Yelpazesi (1699): Güney Ming Hanedanı’nın düşüşünü konu alan tarihsel bir dramdır. Romantizm ile siyasal trajediyi birleştirir, erdemin imparatorluk çöküşü karşısında hayatta kalamayacağını gösterir.
Pu Songling, Garip Hikâyeler (1740): Ahlaki çöküş, ruhsal kaygı ve geç Ming, erken Qing dönemindeki bürokratik saçmalıkları yansıtan kısa öykülerdir.
Tokugawa Japonya’sı
Chikamatsu Monzaemon, Amijima’daki Aşk İntiharları (1721): Toplumsal düzen ile kişisel özerklik arasındaki gerilimi dramatize eden bir kukla tiyatrosudur. Avrupa siyaset felsefesinde işlenen kurumsal kısıt ve duygusal çatışma temalarıyla örtüşür.
Ihara Saikaku, Aşık Bir Adamın Hayatı (1682): Edo dönemi Japonya’sında ticarileşmiş kent toplumunun ahlaki çöküşünü hicveden düzyazı anlatısıdır. Montesquieu’nün yönetim ve toplumsal yapı ilişkisini inceleyen yaklaşımlarıyla paraleldir.
Siyasal Düşünce ve İktisat
Erken modern siyasal felsefenin geliştiği entelektüel ortamı tam anlamıyla kavrayabilmek için aynı dönemlerde şekillenmeye başlayan iktisadi düşünceyi de dikkate almak gerekir.
Machiavelli, Hobbes, Spinoza ve Montesquieu gibi düşünürlerin geliştirdikleri düşünceler, çağdaşları tarafından yürütülen ticaret, para, mülkiyet ve iktisadi düzen tartışmalarıyla kesişiyordu.
Machiavelli’nin (1469–1527) yaşadığı dönemde, iktisat henüz bağımsız bir disiplin olarak ortaya çıkmamıştı. Ancak Rönesans, ticari pratikle, erken dönem finansal yeniliklerle ve ticaretin ahlakı üzerine yazılmış hümanist metinlerle doluydu. Benedetto Cotrugli’nin Ticaret Sanatı Üzerine Kitap’ı (1458) ve Leonardo Bruni’nin De Monetis adlı eseri (yaklaşık 1428–1430), para, değişim ve ticaretin etik yönleri hakkında gelişen farkındalığı yansıtıyordu.
Bu yazarlar modern anlamda iktisat kuramcıları olmasalar da, ekonomik yaşamı yurttaşlık erdemiyle ilişkilendirdikleri çerçeve, Machiavelli’nin cumhuriyetçiliği üzerinde önemli etkiler bırakmıştır. Ayrıca, Machiavelli’nin yaşadığı Floransa, bankacılık ve tekstil piyasalarındaki rekabetle sık sık siyasal çalkantılara sürüklenen ticaret şehirleri ağının bir parçasıydı. O’nun güç üzerine geliştirdiği pratik sezgiler, ekonomik denetimle iç içe geçmiş bir siyaset anlayışına işaret eder.
Hobbes’un (1588–1679) dönemine gelindiğinde, iktisadi düşünce merkantilizm etrafında şekillenmeye başlamıştı. Bu doktrin, devlet müdahalesini, dış ticaret fazlasını ve değerli maden akışlarının önemini vurguluyordu.
Thomas Mun’un Dış Ticaretle İngiltere’nin Hazinesi (1664), Gerard de Malynes’in İngiltere Ortak Refahının Kanseri (1601) ve Josiah Child’ın faiz ve ticaret üzerine yazıları ulusal servet, para politikası ve sömürge ticareti konularında büyüyen ilgiyi yansıtıyordu. En önemlisi, William Petty’nin Siyasal Aritmetik (1676) adlı eseri, iktisadi akıl yürütmede nicel verilerin sistematik kullanımını başlattı.
Hobbes’un egemenlik ve düzen konusundaki görüşleri, siyasetin ve ekonominin giderek iç içe geçtiği bir ortamda şekillendi. Siyasal otorite çöküşü önlemek için merkezîleştirilmeliyse, iktisat politikası da ulusal çıkarları korumak için koordine edilmeliydi. Hobbes, iktisat üzerine doğrudan yazmadı. Ancak, yaşadığı dünya, siyasal otorite ile iktisadi düzenlemelerin aynı anda teorileştirildiği bir dünyaydı.
Baruch Spinoza’nın Hollanda Cumhuriyeti’nde (1632–1677) yaşadığı dönemde, iktisadi bağlam bambaşkaydı. Küresel ölçekte egemen bir ticaret imparatorluğu, denizcilik, finans ve sömürge sömürüsü üzerine kuruluydu. Bu dönemde borsalar, anonim şirketler ve spekülatif finans yükselişe geçmişti. Amsterdam, küresel sermayenin merkezlerinden biriydi.
Hugo Grotius’un Mare Liberum (1609) adlı eseri, serbest dolaşım ve açık ticareti ulusların doğal hakkı olarak savunarak liberal iktisat teorisinin temelini attı. Öte yandan, Jan de Witt’in isimsiz eseri Hollanda’nın Çıkarı, barışçıl ticaret, adem-i merkeziyetçi yönetim ve yurttaş hoşgörüsüne dayalı bir vizyon sunuyordu. Bu vizyon, Spinoza’nın siyasal düşüncesi üzerinde doğrudan etkiliydi.
Spinoza’nın rasyonel işbirliği ve kurumsal özgürlük vurgusu, bu cumhuriyetçi-ticari ideallerle örtüşürken, ruhban sınıfına ve monarşik otoriteye duyduğu derin güvensizlik, Hollandalıların dış müdahalelere ve iç otoriterliğe karşı taşıdığı korkuyla paralellik gösterir.
Montesquieu (1689–1755), Fransız mutlakiyetçiliğinin doruğunda ve Aydınlanma liberalizminin şafağında, iktisadi düşüncenin geçiş döneminde yaşadı. Kanunların Ruhu (1748), ticaret üzerine uzun paragraflar içerir ve “ticaretin doğal sonucunun barış” olduğunu savunur.
Montesquieu için ticaret, ölçülülüğü ve karşılıklı bağımlılığı teşvik eder. Bu düşünce, daha sonra gelişecek olan liberal uluslararasıcılığın öncüsüdür. Aynı zamanda, O’nun yaşadığı dönemde siyasal iktisat alanının temel metinleri de ortaya çıkmaya başlamıştır.
John Locke’un özellikle Faizlerin Düşürülmesinin Sonuçları Üzerine Bazı Düşünceler (1691) adlı eseri, değer ve sermaye üzerine erken teoriler geliştirmiştir. Bernard Mandeville’in Arıların Masalı (1714) ise, özel ahlaki kusurların kamusal ekonomik fayda doğurabileceği iddiasıyla büyük yankı uyandırmıştır.
Montesquieu’nün hayatının sonlarına doğru, Richard Cantillon’un Ticaretin Doğası Üzerine Deneme’si (yaklaşık 1730) piyasalar, toprak ve girişimcilik üzerine sistematik bir çerçeve sunmuş, François Quesnay’nin İktisadi Tablosu (1758) ise Fizyokrat Okulu’nu başlatmış ve üretken emeği, özellikle tarımı, merkeze yerleştirmiştir.
Montesquieu’nün merkezî güce duyduğu kuşku ve rejimler üzerine geliştirdiği nüanslı tipolojiler, bu dönemin verimlilik, özgürlük ve yönetişim üzerine yürütülen iktisadi tartışmalarıyla uyum içindedir.
Siyaset felsefesi öncülerinin yetiştiği yüzyıllar, aynı zamanda iktisadi düşüncenin sistematik bir biçim almaya başladığı dönemlerdir. Bu filozofların düzen, egemenlik ya da özgürlük üzerine geliştirdiği vizyonlar yalnızca siyasal bağlamlarda değil, genişleyen pazarlar, yoğunlaşan sermaye birikimi ve birey-devlet ilişkilerinin siyasal olduğu kadar iktisadi olarak da yeniden tahayyül edildiği bir ortamda şekillenmiştir. Dolayısıyla bu düşünceler, çağdaş iktisadi kuram ve pratiklerin gelişim seyriyle birlikte ele alınmalıdır. Zira, onlar da aynı krizler tarafından hem biçimlendirilmiş, hem de bu krizlere yanıt olarak ortaya çıkmıştır.
Sonuç
Anakronizm, yalnızca akademik bir hata değildir. Fikirleri, onlara anlam kazandıran tarihsel koşullardan koparmaktır.
Hobbes bir tiranlık savunucusu değil, siyasal çöküşe tanık olmuş, çözülmenin eşiğindeki bir toplumda düzen arayan bir düşünürdü.
Machiavelli, iç hiziplerle ve dış egemenlikle parçalanmış bir İtalya’da yurttaş özerkliğini korumaya çalışan bir cumhuriyetçiydi.
Spinoza, parçalanmış bir cumhuriyette hoşgörünün sınırlarında yaşayan Yahudi kökenli bir muhalifti.
Montesquieu ise, mutlakiyetçi aşırılıkların nüanslı bir eleştirmeni ve kurumsal dengeyi savunan bir düşünürdü. Düşüncelerini mutlakiyetin gölgesinde geliştirmişti.
Bu düşünürlerin eserlerini bugün okumak, onların teorilerini güncel modellerimize doğrudan taşımaya direnç göstermeyi gerektirir.
Özgürlük, egemenlik, akıl gibi kavramlar zamandan bağımsız, soyut fikirler değil, belirli krizlere ve meydan okumalara verilen tarihsel yanıtlardır. Bu düşünürleri içinde yaşadıkları koşulların sunduğu çerçeveye sadık kalarak okumak, onların düşünsel zenginliğini kavrayabilmenin ve siyasal bilgeliğini bugünkü meşruiyet, iktidar ve kurumsal tasarım mücadelelerimize “anlamlı şekilde” taşıyabilmenin yoludur.
Comentários