top of page

Daoizm: Kriz Çağında Bir Medeniyet Etiği

Bu makale, Daoizm, Stoacılık ve bu iki düşünce geleneğinin modern toplumlar açısından karşılaştırmalı güncelliği üzerine planlanan üç bölümlük bir dizinin ilk bölümüdür.


Bu çalışma Daoizm’e, sistemik kriz karşısında bir medeniyet tepkisi olarak odaklanmaktadır. İkinci makale, Stoacılığı imparatorluk iktidarı altında hayatta kalma ve dayanıklılık etiği olarak işleyen paralel bir Batı felsefi geleneği şeklinde inceleyecektir. Üçüncü makale ise, bu iki felsefi geleneği çağdaş kapitalizm, yapay zekâ ve algoritmik yönetişim bağlamında sistemli bir felsefi karşılaştırmaya tabi tutacaktır.


Daoizm, Çin tarihinin en şiddetli ve kurumsal açıdan en dönüştürücü dönemlerinden birinde ortaya çıkmıştır. Ruhani bir merak ya da salt metafizik bir düşünce olarak gelişmemiştir. Çin tarihinin Savaşan Devletler Dönemi’nde idari–askerî devlet iktidarının yükselişine verilen felsefi bir tepki olarak doğmuştur.


Bu makale, Daoizm’in bir kriz medeniyeti etiği olarak okunması gerektiğini ortaya koymaktadır. Daoizm, genişleyen bürokratik denetim, kalıcı savaş hali ve siyasi aşırılık koşulları altında insan özgürlüğünü, onurunu ve dengesini korumayı amaçlayan bir felsefe olarak ele alınmalıdır.


Bu makale, Daoizm’i tarihsel koşullardan kopuk, mistik bir gelenek olarak ele almamakta, Savaşan Devletler Dönemi’nin somut politik iktisadı içine yerleştirmektedir. Bu dönemde, vergi rejimleri, nüfus kayıt sistemleri ve düzenli ordular Çin toplumunu büyük ölçekli devlet yönetişiminin erken bir modeline dönüştürmüştür. Bu tarihsel temelden hareketle makale, Daoist metafiziği, etiği ve siyasal felsefeyi zorlayıcı düzen, aşırı optimizasyon ve idari tahakkümün tutarlı bir eleştirisi olarak geliştirmektedir. Son olarak bu çerçeve, çağdaş kapitalizm ve yapay zekâ bağlamına taşınarak yeni tür sistemik kontrol biçimleri olarak ele alınmaktadır.


Savaşan Devletler Dönemi’nin Politik İktisadı ve Daoizm


Savaşan Devletler Dönemi, eski Zhou feodal düzeninin çöktüğü ve Çin’in neredeyse kesintisiz savaş halindeki rakip bölgesel devletlere parçalandığı bir dönemdir. Bu dönemde, rakip devletlerin her birinde siyasi otorite akrabalık ve ritüele dayalı soylu aristokrasilerden, hukuk, vergi ve askerî denetime dayalı merkezi bürokratik yönetimlere kaymıştır.


Zhou feodal düzeni (yaklaşık M.Ö. 1046–256), akrabalık, ritüel hiyerarşi (yazılı hukuktan ziyade törensel roller, atalara yönelik ritüeller ve törensel yükümlülükler yoluyla toplumsal ve siyasal statünün tanımlandığı ve sürdürüldüğü bir sistem) ve toprak bağışlarına dayanan bir siyasal sistemdi. Zhou kralı toprakları, askerlik hizmeti ve ritüel sadakat karşılığında yerel olarak yöneten soylu hanedanlara dağıtıyordu.


Siyasal otorite, merkezi bir bürokrasiye veya yazılı hukuka değil, soy bağlarına, atalara tapınmaya ve ahlaki yükümlülüklere dayanıyordu. Bu yapı, birleşik bir devlet yerine, yarı özerk derebeyliklerden oluşan gevşek bir ağ meydana getiriyordu.


Geç Zhou dönemine gelindiğinde, bu sistem önemli ölçüde zayıflamış, bölgesel beyler siyasal açıdan özerkleşmiş ve devletler arası savaşlar şiddetlenmişti. Konfüçyüs (M.Ö. 551–479), bu çözülmekte olan Zhou dünyası içinde yaşadı.


Konfüçyüs, devrim ya da merkezi iktidarı savunmadı. Aksine, erken Zhou toplumunun kaybolmuş ahlaki ve ritüel düzenini etik öz-terbiye, aileye karşı ahlaki sorumluluk ve hiyerarşik uyum yoluyla yeniden tesis etmeye çalıştı. Zhou düzeni çöktükçe ve savaşlar kalıcı hale geldikçe, ahlaki restorasyonun artık yeterli olmadığına inanan yeni felsefi akımlar ortaya çıktı.


Legalizm, M.Ö. 4. ve 3. yüzyıllarda, Savaşan Devletler Dönemi’nin geç safhasında gelişti. Kalıcı savaş hali, nüfusun seferber edilmesi ve merkezi devlet denetimi ihtiyacına bir yanıt olarak doğdu. En sistemli biçimleri Shang Yang (yaklaşık M.Ö. 390–338), Shen Buhai (yaklaşık M.Ö. 400–337) ve özellikle Han Feizi (yaklaşık M.Ö. 280–233) ile ilişkilidir. Han Feizi’nin çalışması Legalist doktrinin olgun bir sentezini temsil eder.


Daoizm, bütün bu tarihsel yönelimin karşısına bir eleştiri olarak çıktı. Konfüçyüsçü ahlaki mühendisliği de, Legalist zorlamayı da reddederek, genişleyen idari iktidarın hâkim olduğu bir dünyaya karşı “zorlama­sızlık” (wu wei) ve asgari yönetişim ilkesini savundu.


Yeni devletler büyük kurumsal yenilikler getirdi. Mevsimlik feodal kuvvetler yerine daimi ordular kurdular. Tarımsal üretimi daha keskin hesaplayabilmek için toprak kadastroları yaptılar. Nüfus kayıt sistemleriyle emek, vergi ve askerî yükümlülükleri denetim altına aldılar. Vergiler simgesel yükümlülükler olmaktan çıktı, köylü nüfustan sistematik biçimde tahıl ve emek çekilmesine dönüştü. Sonuçta köylüler, kendi kendine yeten yerel toplulukların üyeleri olmaktan çok, devletin mali ve askerî kaynakları haline geldiler.


Bu dönemde savaş, ritüelle sınırlı ya da sınırlı ölçekli değildi. Kitle piyade orduları, yeni demir silahlar ve büyük nüfus yıkımlarıyla birlikte topyekûn ve sürekli bir karakter kazandı. Devletler kaynak ve insan gücü için yarışırken, bütün bölgeler boşaltıldı ya da zorla yer değiştirmelere maruz kaldı. Ekonomi, giderek savaş ihtiyaçlarına göre örgütlenmeye başladı. Tarımsal üretim, emek seferberliği ve vergi sistemi doğrudan askerî genişlemeye hizmet eder hale geldi.


Daoizm, bu kalıcı savaş, genişleyen bürokratik denetim ve yönetenlerle gündelik yaşam arasındaki mesafenin büyüdüğü manzara içinde şekillendi. Konfüçyüsçülüğün toplumsal düzeni ahlaki yoldan onarmaya çalışmasına ve Legalizmin hukuku ve cezayı kullanarak toplumu disipline etmesine karşın, Daoizm aşırı yönetişimi eleştiren bir felsefe olarak gelişti. Zorlamaya duyduğu kuşku, “wu wei” vurgusu ve asgari yönetim yönelimi, insan yaşamının giderek devlet mantığına tabi kılındığı bir dünyaya verilmiş felsefi bir tepkidir.


Bu dönem, devletin aile bağlarının, ritüel otoritenin ve kozmolojik düzenin bir uzantısı olmaktan çıkıp, kişisel olmayan idari bir makine gibi işlemeye başladığı tarihteki en erken dönemlerden birini temsil eder. Siyasal iktidar, gelenek ve akrabalık üzerinden değil, hukuk, vergi ve askerî organizasyon üzerinden meşrulaştırılıyordu. Bu dönüşüm, derin bir toplumsal ve ahlaki krizi de beraberinde getirdi. Gündelik yaşamı yapılandıran eski değerler geçerliliğini ve hakimiyetini yitirdi. Çin dünyası, bir değerler ve anlayış değişimi yaşamaktaydı.


Savaşan Devletler Dönemi’nin yeni bürokratik devletleri idari bakımdan daha verimliydi. Ancak, siyasal iktidara eskiden anlam ve meşruiyet veren ahlaki zemini aşındırdılar. Zhou düzeninde otorite akrabalığa, atalarla sürekliliğe ve ritüel hiyerarşiye gömülüydü. Hukuk-idare temelli yönetişimin yükselişiyle iktidar kişisel olmaktan çıktı. Soyut, zorlayıcı ve ahlaki ortak yaşamdan kopuk hale geldi. Böylece kriz, düzen ortadan kalktığı için değil, düzenin kaynağı değiştiği için ortaya çıktı. İnsanlar, daha etkin biçimde yönetiliyordu. Fakat, gündelik hayata ahlaki ve simgesel bütünleşme giderek azalıyordu.


Gelişmeler çerçevesinde, krize farklı felsefi gelenekler farklı yanıtlar verdi. Konfüçyüsçülük, aile ve devlet içinde ahlaki eğitim, ritüel davranış ve hiyerarşik görevler yoluyla toplumsal düzeni yeniden kurmayı amaçladı.


Legalizm, katı yasalar, merkezi otorite, gözetim ve sert cezalar yoluyla istikrar sağlamayı hedefledi ve toplumu doğrudan siyasal denetimin nesnesi olarak gördü.


Daoizm her iki yaklaşımı da reddetti. Ahlaki mühendisliği de, hukuki zorlamayı da kargaşayı derinleştiren aşırı denetim biçimleri olarak değerlendirdi. Toplumsal uyum ancak “wu wei” yoluyla ve devlet müdahalesinin doğal insan yaşamı üzerindeki baskısının azaltılmasıyla geri dönebilirdi.


Devletin bu dönüşümü, felsefi açıdan belirgin aşamalar halinde gerçekleşti. Erken Konfüçyüsçülük, M.Ö. 6. ve 5. yüzyıllarda geç Zhou ritüel düzenindeki ahlaki çözülmeye bir yanıt olarak ortaya çıktı. Ahlaki yenilenmenin siyasal düzeni önceleyip yönlendirebileceği varsayımıyla etik terbiye, aile hiyerarşisi ve ritüel disiplin yoluyla toplumsal istikrarı yeniden tesis etmeye çalıştı.


Daoizm, metinlerini ağırlıkla M.Ö. 4. ve 3. yüzyıllarda oluşturdu. Söz konusu dönem, savaşın kalıcı hale geldiği ve bürokratik devlet denetiminin keskin biçimde genişlediği bir dönemdi. Konfüçyüsçülüğün tersine Daoizm toplumu ahlaken onarmayı hedeflemedi. Yoğun yönetişim mantığının kendisini sorguladı. Ritüel ahlakçılığı (toplumsal ve siyasal düzenin hukuk ya da zor yoluyla değil, ritüel disiplin ve ahlaki eğitimle üretilebileceği fikri) ve zorlayıcı idareyi bir çözüm değil, bizzat düzensizliğin kaynağı olarak reddetti.


Legalizm, klasik Daoizm ile kabaca aynı dönemde gelişti ve Daoizm’in tam karşıtı bir tepkiyi temsil etti. Merkezi otoriteyi, katı yasaları, gözetimi ve sert cezaları siyasal istikrarın temeli olarak benimsedi. Toplumu doğrudan idari yönetimin nesnesi olarak gördü. Bu dizilim içinde Daoizm özgün bir eleştirel konum işgal etmektedir. Devleti güçlendirmeye yönelik bir program değil, genişleyen devlet-iktidar makinesine yöneltilmiş felsefi bir reddiyedir.


Tarihsel olarak Legalizm, Qin Hanedanı (M.Ö. 221–206) döneminde ilk kez imparatorluk devletinin örgütleyici mantığı olarak zafer kazandı. Ardından, Han Hanedanı (M.Ö.206–MS 220) içinde yeniden bütünleşerek kalıcı hale geldi. Daoizm ise, bir yönetim ideolojisi olarak değil, kültürü, etiği ve öznelliği biçimlendiren karşıt bir medeniyet geleneği olarak varlığını sürdürdü. Hem Qin, hem de Han hanedanları Çin’i tam anlamıyla bütünleşmiş egemen toprak devletleri olarak yönetti. Qin, ilk merkezi imparatorluğu kurdu, Han ise bunu kalıcı imparatorluk sistemine dönüştürdü.


Qin Hanedanı çoğu zaman proto-totaliter bir devlet olarak tanımlanır. Toplumu tek tip yasalara, kitlesel gözetleme sistemlerine, kolektif cezalandırmaya, zorla çalıştırmaya yöneltti. Diğer yandan, ideolojik sansür uyguladı ve yerel yaşamı doğrudan merkezi idari denetime tabi kıldı. Feodal özerkliği tamamen ortadan kaldırarak yerine merkez tarafından atanan memurları koydu.


Aşırı Legalist sistem kısa sürede toplumsal yorgunluk ve isyanlar nedeniyle çöktü. Ancak, Han Hanedanı Qin’in merkezi bürokratik mimarisini korudu. İdeolojik katılığını Konfüçyüsçü ahlaki yönetimle yumuşattı. Legalist idarenin Konfüçyüsçü etik dilin altında işlediği bu sentez, Çin devlet aklının kalıcı şablonuna dönüştü ve hiyerarşik disiplin, merkezi otorite ve ahlaki meşruiyetin yapısal olarak iç içe geçtiği modern Çin bürokrasisinin mantığını bugüne kadar taşıdı. Böylece, devlet yönetiminin merkezinde Konfüçyüsçü ahlak ve Legalizm hakim felsefi akımlar olarak yer aldı. Daoizm bu çerçevenin neresinde yer aldı ve varlığını halen nasıl sürdürmektedir?


Daoist Metafizik: Dao ve Kendiliğinden Düzen


Daoizm’in merkezi kavramı olan Dao, ne ilahi bir yaratıcıyı ne de ahlaki bir yasayı ifade eder. O, gerçekliğin kendisinin ön-kavramsal, kendiliğinden üreyen sürecini gösterir. Dao De Jing, dilin sınırlayıcılığına doğrudan bir reddiye ile başlar: “Söylenebilen Dao, değişmez Dao değildir.”


Dao, “Yol” demektir. Dao, bir kişi, bir Tanrı ya da bilinçli bir yaratıcıyı ifade etmez. Gerçekliğin nasıl ortaya çıktığını belirleyen, kişisel olmayan temel bir işleyişi ifade eder. Niyet, irade ya da bilinçli tasarım içermeyen, kendini örgütleyen bir dinamik olarak doğanın, değişimin ve oluşun içsel düzenini temsil eder.


Dao, dilin, niyetin ve ahlaki yargının öncesindedir. İnsani anlamda buyurmaz, tasarlamaz, istemez. Şeylerin kendiliğinden nasıl ortaya çıktığını, dönüştüğünü ve tekrar geri döndüğünü anlatır. Bu nedenle Daoizm, irade, bilinç ve ahlaki yargı sahibi kişisel bir Tanrı fikrini reddeder ve nihai gerçekliği, karar veren bir özne olarak değil, kendiliğinden işleyen bir süreç olarak kavrar.


Dao De Jing, geleneksel olarak Laozi’ye atfedilen ve yaklaşık olarak M.Ö. 4–3. yüzyıllarda derlenen, Daoist felsefenin kurucu metnidir. Yaklaşık 5.000 karakterden oluşan, aforizmalar ve şiirsel parçalar halinde yazılmış bir eserdir. Dao (Yol) ve De (erdem ya da içsel güç) olmak üzere iki temel kavram etrafında yazılmıştır.


Sistematik bir argümantasyon sunmak yerine, metin paradoksal bir felsefe ortaya koyar. Wu wei (zorlama­sızlık), ziran (doğal kendiliğindenlik), yumuşaklığın katıya üstünlüğü ve asgari siyasal müdahale vurgulanır. Dao De Jing ahlaki mutlakçılığı, rasyonalist denetimi ve saldırgan devlet aklını reddeder. Dünya düşünce tarihinde zorlayıcı olmayan yönetişim ve tahakküm dışı eylemin en erken felsefi savunularından birini oluşturur.


Laozi, Dao De Jing’in geleneksel yazarı ve Daoist felsefeyle ilişkilendirilen en önemli kurucu figürdür. Sıklıkla M.Ö. 6. yüzyılda yaşamış tarihsel bir kişi olarak sunulsa da, modern araştırmalar Laozi’yi yarı-efsanevi bir figür olarak değerlendirmektedir. Dao De Jing ise, zaman içinde farklı yazarlar tarafından derlenmiş bileşik bir metin olarak kabul edilir ve tahmini olarak M.Ö. 4–3. yüzyıllara tarihlenir.


Geç döneme ait anlatılara göre Laozi, Zhou saray arşivlerinde küçük bir memur olarak görev yaptıktan sonra kamusal yaşamdan çekilmiştir. Bu anlatı, Daoist siyasi hırstan uzaklaşma idealini simgeler. Tarihsel ya da simgesel olsun, Laozi, wu wei, ziran, yumuşağın tahakküme üstünlüğü ve asgari yönetişim gibi Daoist ilkeleri dile getiren felsefi sesi temsil eder. Bu ilkeler, Konfüçyüsçü ahlaki aktivizme ve Legalist devlet zorlamasına doğrudan karşıttır.


Daoist kozmoloji teleolojik (önceden belirlenmiş bir amaca yönelmiş), antropomerkezci (insanı merkeze alan) ve normatif (ahlaki kurallar, yükümlülükler ya da değer yargıları üzerine kurulu) değildir. Gerçeklik bir amaca göre değil, ziran olarak tanımlanan desenli bir kendiliğindenlik içinde işler. Düzen, bilinçli bir tasarımdan doğmaz.


Daoist düşüncede kavramsal soyutlama, hakikati açıklığa kavuşturan bir araç değil, çoğu zaman onu canlı süreçlerinden koparan bir çarpıtma olarak görülür. Buna karşılık Batı bilim geleneği, doğayı anlaşılır kılmanın temel yolu olarak bu kavramsal soyutlamaya dayanır. Bu nedenle, Daoizm ile Batı bilimsel rasyonalitesi arasındaki temel ayrım, yalnızca yöntemsel değil, gerçekliğin nasıl kavrandığına ilişkin ontolojik bir ayrımdır.


Daoizm ile tam olarak örtüşen bir Batı düşünce okulu yoktur. Ancak, Herakleitos’un süreç ontolojisinde, Spinoza’nın insan-merkezci olmayan doğalcılığında, Epikürcülüğün minimalizminde, antik şüpheciliğin norm karşıtlığında, Nietzsche’nin teleoloji eleştirisinde ve modern süreç felsefesinde Daoist dünya görüşünün farklı boyutlarını kısmen andıran yakınlıklar bulunabilir. Ne var ki, bu yaklaşımların hiçbiri Daoizm’in bütünsel yapısını tam olarak yeniden üretmez.


Daoist etik, edilgenlik değil, zorlayıcı olmayan etkinlik olarak wu wei etrafında merkezlenir. Eylem, dünyanın iç ritmine şiddetle müdahale etmeden gerçekleşmelidir. Etik özne, kendi amaçlarını dayatan egemen bir irade değil, dinamik koşullara kendisini ayarlayan alıcı bir varlıktır.


Daoizm, Kartezyen anlamda mekanik bir felsefe olarak yorumlanamaz. Dışsal denetimi, ataletli madde anlayışını, çizgisel nedenselliği ve optimizasyon mantığını gerçekliğin temel ilkeleri olarak reddeder. Batı’nın mekanik felsefesi nitelik taşıyan bazı akımları doğayı yönetilip denetlenmesi gereken bir makine (Batı’nın Aydınlanma felsefesinde de göze çarpan) olarak kavrarken, Daoizm gerçekliği zorla müdahale edildiğinde istikrarını yitiren, kendiliğinden örgütlenen bir süreç olarak anlar. Daoizm devlet iktidarı düzeyinde egemen olsaydı bile, Çin Batı tipi bir yönetişim kültürü geliştirmezdi. Zira, Daoist müdahalesizlik, hukuki-rasyonel kurumsalcılık değil, ontolojik doğalcılık temeline dayanır.


Daoist bilge sonuçları maksimize etmez. Müdahaleyi en aza indirir. Temel etik tehlike zayıflık değil, aşırı niyetliliktir.


Daoist siyasal felsefe, idari aşırılığa yöneltilmiş en erken eleştirilerden birini oluşturur. İdeal yönetici kısıtlama yoluyla yönetir. Dao kaybolduğunda yasalar çoğalır. Zorla kurulan düzen direnç üretir ve sistemik istikrarsızlığa yol açar. Çoğu zaman anarşist olarak yanlış okunsa da Daoizm, “bürokratik hipertrofi (denetimsiz genişleme)” koşullarında geliştirilmiş, müdahaleci olmayan, modern-öncesi bir yönetişim vizyonu sunar.


Günümüz Çin’inde Daoizm Nasıl Etkisini Sürdürüyor?


Bu tarihsel konumlanış, kaçınılmaz bir güncel soruyu gündeme getirir: Bugünkü Çin yönetişim modeli Daoizm’e mi, Konfüçyüsçülüğe mi, yoksa Legalizm’e mi daha yakındır?


Yapısal olarak yanıt açıktır. Modern Çin yönetimi Daoist müdahalesizlikten çok, Konfüçyüsçü ahlaki düzen ile Legalist idari denetimin güçlü bir sentezini yansıtmaktadır. Bir yandan resmi söylem hiyerarşiyi, toplumsal uyumu, disiplini ve kolektif ödevi devlet-merkezli Konfüçyüsçü etikle uyumlu biçimde vurgular. Öte yandan gözetim, algoritmik izleme, hukuki yaptırım ve merkezi idari koordinasyon üzerinden işleyen yönetişim mantığı, modernleştirilmiş bir Legalist devlet zanaatine çok yakındır. Daoizm ise, bu yönetişim felsefesiyle yapısal bir gerilim içindedir. Wu wei, asgari müdahale ve yapay düzene karşı kuşku, çağdaş yönetişimi tanımlayan teknolojik denetim ve bürokratik optimizasyon mantığıyla ters düşmektedir.


Daoist sembolizm günümüz Çin’inde kültürel olarak hâlâ görünürdür. Ancak bu görünürlük, kişisel maneviyat, ekolojik söylem (devlet doktrini olarak değil, doğa, denge ve sınırları yorumlamaya yarayan ahlaki–estetik bir dil olarak) ve kültürel kimlik düzeyindedir. Devlet iktidarını yönlendiren bir felsefe değildir. Bu bakımdan tarihsel ironi çarpıcıdır. Daoizm, idari tahakkümün erken yükselişine karşı bir protesto olarak doğmuştur. Bugün ise, o tahakkümün en teknolojik biçimlerinden birinin içinde varlığını sürdürmektedir.


Daoizm, bugün Çin devletini yöneten bir felsefe olarak işlemez. Ancak, kültürel eğilimler, toplumsal davranış kalıpları, beden pratikleri ve doğa ile otoriteye ilişkin tutumlar düzeyinde Çin toplumunu etkilemeye devam etmektedir.


Tarihsel olarak Daoizm yalnızca bir metin geleneği değildir. Tıp, sağlık pratikleri, peyzaj estetiği, şiir, dünyayı zorla değiştirmeye çalışmak yerine, onunla uyum içinde ve müdahaleyi sınırlayarak yaşama ahlakı ve halk dini gibi alanlara nüfuz etmiş yaşantısal bir kültürel sistem olarak da gelişmiştir. Bu toplumsal ve kültürel katmanlar, herhangi bir siyasal etkiden çok daha kalıcı olmuştur.


Gündelik toplumsal psikoloji düzeyinde Daoist fikirler hâlâ esneklik, dolaylılık ve açık çatışmadan kaçınma normlarını besler. Doğrudan karşı çıkmak yerine uyum sağlama, anlık dayatmalar yerine sabır ve sabit ilkeler yerine durumsal yargı tercihleri, Daoist etkinin uzun vadeli izlerini taşır. Çin’de günlük hayatta, hatta sert bürokratik yapılarda bile, insanlar çoğu zaman güce doğrudan çatışmayla değil, dolaylı yollarla uyum sağlayarak hareket eder. Bu tutum, Daoist düşüncenin temel özelliklerinden biridir.


Doğaya yönelik tutumlarda Daoizm, Çin’in ekolojik duyarlılığının en derin kaynaklarından biri olmayı sürdürür. İnsanın doğanın üzerinde değil, onun süreçlerine gömülü olduğu Daoist tasavvur, güncel çevre söylemini, geleneksel tıbbı, tarımsal pratikleri ve sağlık kültürünü etkilemeye devam eder. Sanayileşme, bu ideallerle pratikte sık sık çelişse de, çevresel yıkımı eleştiren kültürel dil çoğu zaman denge, akış ve aşırılıktan kaçınma gibi Daoist kavramlara dayanır.


Bireysel etik alanında da Daoizm, kamusal hırstan kısmi geri çekilmeyi meşrulaştırmaya devam etmektedir. Edebiyatta, sanatta ve hatta modern gençlik alt kültürlerinde görülen münzevilik, marjinallik ve rekabet dışı yaşam biçimlerine duyulan saygı, Daoist köklere sahiptir. Başarı, evrensel olarak tahakküm ya da birikim olarak tanımlanmaz. Daoist kültür kendini sınırlama ve düşük görünürlük karşı-idealini korur.


Din ve halk inancı düzeyinde Daoizm tapınaklar, ritüel uzmanları, şifa gelenekleri ve uzun ömür pratikleri yoluyla kurumsal varlığını sürdürür. Bu biçimleriyle Daoizm büyük ölçüde devlet ideolojisinin dışındadır. Ancak, özellikle güney ve kırsal Çin’de toplumsal yaşamın içine gömülü kalmaya devam eder. Burada Daoizm soyut bir felsefeden çok, gündelik yaşamın pratik bir kozmolojisi olarak işler.


Kültürel, ekolojik, etik ve toplumsal boyutlar bir arada ele alındığında, Daoizm’in bir yönetim kuramı olarak değil, bir medeniyet alt geleneği olarak hayatta kaldığı görülür. Siyasal iktidarın mimarisini belirlemez. Ancak, iktidarın gündelik yaşamda nasıl algılandığını, nasıl aşıldığını, nasıl etkisizleştirildiğini ve nasıl yorumlandığını şekillendirmeyi sürdürür. Bu anlamda Daoizm bugün egemenlik düzeyinde değil, öznellik düzeyinde işler.


Kapitalizm, Yapay Zekâ ve Kontrol Kültürlerinin Geri Dönüşü


Geç kapitalizm giderek algoritmik yönetim, platform tekelleri, sürekli veri gözetimi, finansal soyutlama, lojistik yönetişim ve kalıcı güvencesizlikle tanımlanmaktadır. Yapay zekâ bu eğilimleri, karar alma süreçlerini otomatik optimizasyon sistemlerine dönüştürerek daha da hızlandırmaktadır. İstihdama erişim, kredi tahsisi, gözetim, tedarik zincirleri ve siyasal iletişim doğrudan demokratik denetimin ötesinde işleyen makine öğrenimi altyapıları tarafından yönlendirilmektedir.


Bu durum, Daoizm’in tarihsel olarak karşı çıktığı yapısal koşulların teknolojik olarak dönüştürülmüş yeniden üretimidir. İnsan yaşamının idari kategorilere indirgenmesi, toplumsal varoluşun sistemik zorunluluklara tabi kılınması ve gündelik deneyim ile iktidar merkezleri arasındaki mesafenin artması söz konusudur. Savaşan Devletler Dönemi’ndeki köylülerin vergilendirilebilir tahıl üreticileri ve askerî birimler haline getirilmesi gibi, günümüz bireyleri de giderek veri öznelerine, risk profillerine ve optimizasyon değişkenlerine dönüştürülmektedir.


Daoist bakış açısından bu gelişme bir ilerleme değil, Daoizm’in tarihsel olarak karşı çıktığı patolojinin yoğunlaşmış bir halidir. Düzenin denetim, hesaplama ve zorlayıcı optimizasyon yoluyla mühendisliğe tabi tutulabileceği inancı Daoizm’in karşı çıktığı bir manzaradır. Wu wei, ziran ve asgari müdahale vurguları, algoritmik yönetişim, öngörücü polislik, verimlilik gözetimi ve davranışın tümüyle sayısallaştırılmasıyla doğrudan felsefi bir gerilim içindedir.


Her şeye rağmen Daoizm, çağdaş toplum içinde hâlâ yaşayan bir karşı-dil sunmaktadır. Büyüme karşıtlığı, ekolojik denge, yavaşlık, anti-optimizasyon ve teknolojik hızlanmaya sınır koyma yönündeki yenilenen ilgi, açıkça Daoist terimler kullanılmasa bile, Daoist duyarlılıkların modern bir yeniden etkinleşmesini yansıtır. Bu eğilimler daha fazla denetim, daha fazla veri ve daha fazla otomasyonun zorunlu olarak daha iyi yaşam biçimleri ürettiği varsayımını sorgular.


Bu perspektiften bakıldığında, yapay zekânın bugün ortaya koyduğu temel felsefi soru, antik Daoist sorunun yeni bir teknolojik kaydını üretmektedir. Dünya, bilgelik ile değil, optimizasyon ile yönetildiğinde insan özgürlüğüne ne olur? Daoizm, bu sistemler üzerinde bir egemenlik vaadinde bulunmaz. Daha mütevazı ama daha radikal bir şey önerir. Öneri, düzen ile tahakkümü özdeşleştirmeyi reddetmek ve yaşamın kontrol mantığını her zaman aştığını ısrarla savunmaktır.


Eğer Daoizm modernliğin baskın medeniyet dilini oluşturmuş olsaydı, sınırsız büyümeye, topyekûn kaynak seferberliğine ve gezegensel ekolojik aşırı yüke dayalı bir dünya ekonomisi yapısal olarak düşünülemez olabilirdi. Zorlanmış düzeni reddeden ontolojisi, insan-merkezci olmayan kozmolojisi ve anti-optimizasyon etiği, çağdaş kapitalizmi tanımlayan mantığa doğrudan karşıttır. Stoacılık ise, baskı makinesini yapısal düzeyde sistemden söküp almaz. Onun içinde yaşayan özneyi dönüştürmeyi hedefler.


Daoizm, dünyaya müdahaleyi azaltarak denetime direnirken, Stoacılık denetimin olduğu koşullarda bireyin iç direncini güçlendirmeye odaklanır. Eğer Daoizm ekolojik ve ontolojik bir sınırlama stratejisini temsil ediyorsa, Stoacılık da imparatorluk koşulları altında varoluşun psikolojik ve etik bir hayatta kalma stratejisidir.


Tahakküm ve ekolojik aşırılığa karşı bir sınırlama etiği olarak Daoizm’i izledikten sonra, bir sonraki makale, krizi dünyayı dönüştürerek değil, benliği dönüştürerek karşılayan paralel bir Batı geleneği olarak Stoacılığa yönelmektedir.


Yorumlar


© 2025 by Arda Tunca

bottom of page