top of page

Görünmez Adam'dan Oppenheimer'a Bilimin Etiği

Güncelleme tarihi: 7 saat önce

Giriş


Bilim, Aydınlanma ile doğanın bilinmezliklerini çözmekte büyük bir hız kazandı. Süreç, doğanın nesneleştirilmesi ile etik konulara ilişkin sorunları da beraberinde getirdi. Bilimsel bilgi, insanın elinde bir özgürleşme ve faydalanma aracı mı, yoksa kontrolsüz bir tahakküm aracı mı oldu?


Bilimin etikle ilgili konularına edebiyatın ve bilimin zemininden hareketle bakmayı deneyelim.


H.G. Wells’in Görünmez Adam romanından ve Robert Oppenheimer’ın vicdani krizinden günümüzün yapay zekâ ve genetik mühendisliğine uzanmaya çalışalım. Yazının köklerine felsefeyi yerleştirerek.


Bu yazı, bilim felsefesinin temel ilkeleri ve etik sorumluluk perspektifiyle, önce Wells’in romanı üzerinden bilimsel gücü ve ahlaki sınırlarını tartışacak, ardından Oppenheimer’ın bilimle kurduğu Faustçu ilişkiyi çözümleyecek ve nihayetinde bu iki örnekten yola çıkarak bilim ve etiğin günümüzdeki çatışmalı ilişkisine ışık tutmaya çaba harcayacaktır.


Bilimsel Ahlakın Felsefi Temelleri ve Aydınlanma Eleştirisi


Aydınlanma düşüncesi, epistemoloji (bilgiyle ilgili felsefe) ile ilgili olduğu kadar, ahlak ile de ilgiliydi. 18. yüzyıl düşünürleri, insan aklının yalnızca doğayı değil, aynı zamanda toplumsal düzeni ve ahlaki yaşamı da dönüştürebileceğine inanıyordu.


Aydınlanma, doğrudan bir etik vaatte bulunmuştu. İnsan aklı, özgürleşmeyi, adaleti ve evrensel ahlaki ilkeleri mümkün kılabilirdi.


Aydınlanma, etik bir vaatte bulunmuş muydu gerçekten? Evet! Bu vaadin en açık ifadelerinden biri Immanuel Kant’ın "Aydınlanma Nedir?" (1784) metninde yer almıştı. Kant, Aydınlanma’yı bireyin kendi aklını kullanarak olgunluğa ulaşması olarak tanımladı. Aklın sadece gerçeği değil, iyiyi de bulabileceğini savundu. Kant’ın kategorik imperatifi, "öyle davran ki, eyleminin ilkesi aynı zamanda evrensel bir yasa olabilsin" diyordu.


Kant’a göre ahlak, aklın ürünü olan evrensel ve zorunlu ilkelere dayanmalıydı. Bu ilkelere “imperatif” (buyruk) dedi ve ikiye ayırdı:


  • Hipotetik imperatif: “Eğer X’i istiyorsan, Y’yi yap.” (Koşula bağlı.)

  • Kategorik imperatif: “Y’yi, her koşulda yap.” (Koşulsuzluk içeriyor ve ahlakın temelini oluşturuyor.)


Kant, bireysel ahlakı rasyonel evrensellik ilkesiyle denetlemeyi önerdi. Ahlak, kişisel çıkar değil, evrensel sorumluluk gerektiriyordu. "Öyle davran ki" ifadesi bireysel ahlakı, "eylemin ilkesi aynı zamanda evrensel bir yasa olsun" ifadesi ise, rasyonel evrenselliği temsil ediyordu.


Aydınlanma sürecinde, büyük ölçüde Kant ile ifade bulan bilimin etiğine dair anlayış ve ilkeler tarihsel süreçte korunamadı. Bilimin modern biçimde gelişmesi ve özellikle Sanayi Devrimi sonrası üretim ilişkilerinin dönüşmesiyle birlikte, bu "etik vaat" yerini "araçsal akla" bıraktı.


Bilimin modern anlamda doğuşu, Rönesans sonrası doğa anlayışının köklü dönüşümüne dayandı. Descartes, Bacon ve Newton, doğayı makine gibi işleyen, yasaları çözülebilir bir sistem olarak konumlandırdılar. Bu yaklaşım, insanın doğa üzerindeki egemenliğini bilgiyle kurabileceği fikrini doğurdu. Bacon’un “Bilgi güçtür” sözü, bu zihniyetin bir özeti hâline geldi.


Descartes, Bacon ve Newton modern bilimin kurucu figürleri olarak doğayı rasyonel, ölçülebilir ve kontrol edilebilir bir sistem olarak tanımladılar. Ancak bu yaklaşımlarının çoğu, bilimsel bilgi üretiminin etik sınırlarını açıkça tanımlamaktan uzak kaldı. Bu üç isim de bilimsel etiği açıkça reddetmediler ama göz ardı ettiler. Bu çarpıcı tespiti kendi ağızlarından ispatlamaya çalışalım.


Francis Bacon, bilgiye doğanın “işkence edilmesiyle” ulaşılacağını söyledi. Doğaya hâkim olmak, onun sırlarını zorla almak bir erdemdi. Bu yaklaşımlarda doğanın öz-değeri veya insan eyleminin etik sınırları sorgulanıyor mu? “Bilgi güçtür” ifadesi, bilginin amacının kontrol ve tahakküm olduğunu ima etmiyor mu?


Bacon’un “Bilgi güçtür” sözü (Nam et ipsa scientia potestas est) ilk kez Meditationes Sacrae (1597) eserinde geçer ve Novum Organum’da bu düşünce doğaya egemenlik kurma amacıyla sistemleştirilir.


René Descartes, insan zihnini doğadan mutlak olarak ayırdı. "Res cogitans (düşünen şey)" ve "res extensa (uzanan şey)" kavramlarını ortaya attı. Descartes, insanın özünü düşünmede (res cogitans), doğanın ve hayvanların özünü ise yalnızca mekanik düzlemde (res extensa) buldu. Bu da doğanın ve canlıların ruhsuz makineler gibi ele alınmasının felsefi temelini attı. Hayvanları “duyarsız makineler” olarak tanımladı. Bu yaklaşımlar, doğayı ve canlıları araçsallaştırmanın önünü açmıyor mu? Etik değil, epistemolojik bir yaklaşım ön plana çıkmıyor mu?


Isaac Newton, doğayı matematiksel olarak tanımladı. Fizik yasalarını evrensel düzende kurdu. Ancak, doğanın etik değeri ya da bilgi üretiminin ahlaki yönünü tartışma dışı bıraktı. Newtoncu bilim, doğayı nesneleştirdi. Doğayı dışsal ve kullanıma tabi bir kaynak olarak gördü.


Bu düşünürler, bilimin doğayı anlama ve kontrol etme kapasitesini olağanüstü biçimde kurmuşlardır. Ancak, doğa ve etik sorumluluk ikinci plana itilmiştir. Bilgi–güç ilişkisi, bilgi–erdem ilişkisinin önüne geçmiştir.


Modern bilimin kurucuları, bilimsel etiği temellendirmek yerine, bilimsel kudretin felsefi temelini atmış ama onun ahlaki sınırlarını tanımlamamıştır. Bu nedenle, daha sonraki yüzyıllarda, bilimin araçsallaştırılması etik krizlerle sonuçlanmıştır. Bu durumda, "varlık" kavramını sorgulamış Heidegger haksız mıydı?


Özetle, bilgi–güç ilişkisinin etik bir zeminle sınırlandırılmaması, bilimsel aklın araçsal akla dönüşmesini beraberinde getirdi. Aydınlanmanın etik vaadi, aklın sadece gerçeği değil, iyiyi de bulacağı inancı zamanla yerini salt ilerlemeci ve tahakkümcü bir bilimsel anlayışa bıraktı. Bu dönüşüm yalnızca felsefi değil, aynı zamanda tarihsel ve ekonomik dinamiklerle de şekil buldu. Özellikle kapitalist üretim ilişkileri, bilimsel bilgiye yüklenen anlamı kökten değiştirdi.


Sanayi Devrimi ile birlikte bilim, bireyin özgürleşmesi için değil, daha çok üretimin etkinleştirilmesi ve teknolojik rekabetin kazanılması için kullanılır hale geldi. Bilimsel araştırmaların amacı, doğayı anlamaktan çok, doğayı kontrol etmek, daha fazla kâr elde etmek ve sömürü ilişkilerini derinleştirmek hâline geldi. Bilimsel bilgi, piyasa değeri ile ölçülen bir metaya dönüştü. Etik sorumluluk ya ikinci plana itildi ya da hepten gözardı edildi.


Sürecin felsefi eleştirisini Adorno ve Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği adlı eserlerinde yaptılar. Onlara göre, Aydınlanma aklı, başlangıçta mitleri ve dogmaları yıkmak için doğdu. Ancak, zamanla doğa üzerinde denetim kurmayı hedefleyen bir araçsal akla dönüştü. Bu araçsal akıl, gerçeği anlamak için değil, doğayı ve insanı kontrol etmek için bilgi üretmeye yöneldi. Görüşleri, şu sözle ifade buldu: “Doğa üzerindeki egemenlik insan üzerindeki egemenliğe dönüşür. Aydınlanma, kendi mitini yaratır: salt teknik akılcılık.”


Eleştiriye Herbert Marcuse de Tek Boyutlu İnsan adlı eserinde katkı sundu. Modern toplumda bilim ve teknoloji, bireyin eleştirel düşünme yetisini bastırmakta ve bireyi sisteme uyumlu hâle getirmekteydi. Bilim, özgürleştirici potansiyelini yitirerek, piyasa ve iktidarın teknik hizmetkârına dönüşmekteydi.


Aydınlanmanın etik vaadinin çöküşü yalnızca felsefi bir zayıflama değil, kapitalist üretim biçiminin bilgiye ve insana yönelik tahakküm yapısının da bir sonucu haline geldi.


Rasyonalite, sadece doğayı açıklamakla kalmadı. Doğayı sömürmenin aracı da oldu. Böylece, modern bilim, etik içerikten yoksun bir güç üretim mekanizmasına dönüşmeye başladı.


Kant’a göre, insan hiçbir koşulda sadece araç olarak değil, her zaman amaç olarak görülmelidir. Eğer bilimsel bilgi, insan yaşamını araçsallaştırıyorsa, etik sınırlar aşılmış demektir. Bilimsel akıl, kendi sınırlarını çizemediğinde etik felaketlere zemin hazırlar.


Görünmez Adam'da Gücün Ontolojisi ve Ahlaki Kopuş


H.G. Wells’in 1897’de yayımladığı Görünmez Adam, bir bilimkurgu hikâyesidir. Kurgu çerçevesinde, bilim felsefesi ve etik sorgulama içeren alegorik bir metindir. Romanın ana karakteri Griffin, görünmezliği keşfederek bilimsel anlamda büyük bir başarı elde eder. Başarı, Griffin'i toplumdan koparır. Griffin, etik değerlerden kopar ve ahlaki çöküşe sürüklenir.


Griffin’in görünmezliği, fiziksel bir durumdan çok ontolojik (varlığı inceleyen felsefe) bir dönüşümdür. Görünmez olan, yalnızca beden değil, aynı zamanda ahlaki sorumluluktur. Toplumsal normlardan, denetimden ve hesap verilebilirlikten kurtulan Griffin, doğanın yasalarını çözmenin kendisine Tanrısal bir güç verdiğine inanır.


Romanda Wells şunu anlatıyor: Bilim, insanı doğanın şifrelerini çözme noktasına getirdiğinde, bu gücün etik olarak nasıl kullanılacağına dair bir iç denetim mekanizması yoksa, birey bilimsel keşifleri yıkım için kullanabilir. Bu noktayı Kant ile bağlayalım: "Öyle davran ki, eyleminin ilkesi aynı zamanda evrensel bir yasa olabilsin".


Bilim insanı, yalnızca doğayı değil, kendini de anlamalıdır. Aksi takdirde, bilgi güce, güç ise yıkıma dönüşebilir.


Oppenheimer ve Faustçu Bilim


Robert Oppenheimer, modern bilim tarihinde büyük bir fizikçi olmasının yanında, başka bir özelliği ile de bilimin gündemine oturmuştur: bilimsel vicdan ve bilim etiği. Manhattan Projesi ile, nükleer fiziğin savaş teknolojisine dönüşmesinde baş rolü oynamıştır. Trinity Testi’nde ilk atom bombasının patlatıldığı anda Oppenheimer’ın aklından geçen düşünce, Bhagavad Gita’dan yaptığı şu alıntıyla tarihsel bir simgelerden biri haline dönüşmüştür: “Şimdi ben ölüm oldum, dünyaların yok edicisi.”


Oppenheimer'in vicdani yükü ağırdır. Trinity Testi'nin tarihi 16 Temmuz 1945'tir. Atom bombası, Hiroşima'ya 6 Ağustos 1945'te, Nagazaki'ye ise, 9 Ağustos 1945'te atılmıştır. 1945 yılının sonuna kadar bu iki şehirde çoğu sivil olmak üzere yaklaşık 210.000 insanın öldüğü tahmin ediliyor.


Oppenheimer, bilgiyi sınırsızca isteyen Faust gibi, elde ettiği bilginin taşıdığı yıkıcı güçle yüzleşmek zorunda kalır. Atom bombasının teknik başarısı, etik felaketiyle birlikte gelir.


Goethe'nin Faust'u, dünyadaki tüm bilgileri öğrenmiş ama anlam arayışında tatmin olmamış bir bilgedir. Daha fazlasını öğrenmek ve deneyimlemek uğruna ruhunu şeytana (Mefistofeles) satar. Karşılığında dünyevi bilgi, güç, zevk ve başarı elde eder. Ancak, bu arayışın bedeli büyüktür. Hem kendi ahlakını zedeler hem de başkalarının hayatlarına zarar verir.


Oppenheimer’ın durumu, Wells’in Griffin’iyle karşılaştırıldığında, benzer yönler taşır. Her ikisi de bilgiyi bir güç olarak deneyimler. Oppenheimer, Griffin’in aksine, ahlaki sorumluluğunun farkına varır. Anca, bu farkındalık Oppenheimer'i etkili bir eyleme yönlendiremez. Oppenheimer’ın karşısında yalnızca bilimsel gerçeklik değil, devlet aygıtının gücü ve Soğuk Savaş’ın jeopolitiği vardır.


Oppenheimer, sonrasında nükleer silahların kontrol altına alınması için çaba göstermiştir. Ancak, 1954’te Amerikan hükümeti tarafından hedef hâline getirilmiştir. Güvenlik izni iptal edilmiş ve siyasi olarak etkisizleştirilmiştir. Bilimsel bilginin etik olarak kullanılması yalnızca bireysel vicdana bırakılamaz. Yine Kant'ı hatırlamak gerekiyor: bireysel ahlak ve rasyonel evrensellik!


Oppenheimer’ın trajedisi, modern bilim insanının trajedisidir. Bilgiye sahip olmak, bu bilgiyi yönetecek etik ve politik güce sahip olmak anlamına gelmiyor. Dolayısıyla, kurumsal yapıların ahlaklı siyasi yapılarla şekillenmesi de şart. Faust’un ruhunu şeytana satışı nasıl bir iktidar vaadiyle gerçekleşmişse, Oppenheimer’ın da bilgisi savaşın ve iktidarın hizmetine girmiştir. Burada sorun bireysel değil, kurumsaldır, yapısaldır.


Günümüzden Örneklerle Bilimsel Sorumluluğun Krizi


Günümüzde bilim, teknolojik araçlar aracılığıyla yaşamın her alanına daha önce görülmemiş biçimde nüfuz etmektedir. Ancak bu nüfuz, yeni etik krizleri de beraberinde getirmektedir.


Günümüz teknolojileri içinde, gündemimizi en çok meşgul ettiğini gözlemlediğim ve kişisel olarak da en çok önemsediğim üç başlığa eğilmek istiyorum: yapay zekâ, genetik mühendisliği ve gözetim teknolojileri.


Yapay zekâ (YZ), veri işleme ve karar verme süreçlerinde insandan bağımsızlaşmaktadır. Ancak, insan önyargılarını veri kümeleri aracılığıyla yeniden üretmektedir. Örneğin, adli sistemlerde kullanılan risk tahmin yazılımlarının siyahlar aleyhine daha yüksek risk puanları üretmesi, teknolojinin "tarafsızlık" iddiasını çürütmektedir.


YZ geliştiricileri, algoritmaların toplumsal sonuçlarından sorumlu olduklarını kabul etmekte isteksizler. Bu durum, bilimsel faaliyetin yalnızca teknik başarıya indirgenmesi, etik bağlamdan kopması anlamına gelmiyor mu?


CRISPR-Cas9 teknolojisi, insan genomunun doğrudan düzenlenmesine imkân tanımaktadır. Bu durum, insanın doğasını mühendislik nesnesi hâline getiriyor. "İdeal beden" kavramı adeta "biyopolitik" bir norm haline geliyor. Genetik müdahalelerin sınırları belirsizleştikçe, etik sorunlar derinleşiyor.


Buradaki temel problem, bilginin teknik olarak mümkün olmasıyla etik olarak meşru olması arasındaki farkın yok olmasıdır. Bilimsel bilgi, burada da bir güçtür. Tam olarak, Bacon'ın ifade ettiği gibi. Ancak, bu gücün kullanımına dair etik uzlaşı ve sorumluluk kimdedir?


Yüz tanıma sistemlerinden sosyal medya algoritmalarına kadar uzanan dijital gözetim mekanizmaları, bireylerin mahremiyetini ihlal etmekte ve özgürlüğünü tehdit etmektedir. Veri madenciliği ve sürekli izlenebilirlik, bireyin yaşamını sayısal bir kontrol nesnesine dönüştürmektedir.


Bu gözetim sistemlerinin büyük kısmı özel şirketler tarafından işletilirken, devletler de bu teknolojileri iktidar aracı olarak kullanmaktadır. Bilimin teknik ilerlemesi, burada doğrudan politik tahakkümün hizmetine sunulmaktadır.


Bilim Felsefesi ve Etiği Yeniden Düşünmek


Bilimsel etik üzerine düşünürken, kökeni Antik Yunan felsefesine uzanan bir ahlaki sorgulama geleneğini de hesaba katmak gerekir. Bu geleneğin en güçlü temsilcisi Sokrates’tir. Sokrates, bilgi ile erdem arasında kopmaz bir bağ kurar: “Kimse bilerek kötülük yapmaz.” Bu ilkeye göre, gerçekten bilen bir kişi, doğru olanı yapmaktan başka bir yol seçmez. Bu anlayış, bireyin etik sorumluluğunu, entelektüel farkındalıkla birleştirir.


Sokrates’in kamu önünde hesap verme çağrısı şudur: “Sorgulanmamış bir hayat, yaşanmaya değmez”. Bu ilkenin modern bilim insanı için de geçerli olması gerekmez mi? Sokrates, Batı felsefesinde etiğin temellerini atmadı mı?


Bilgi üretimi yalnızca teknik başarıyla değil, toplumsal sonuçlarıyla da değerlendirilmelidir. Bilimi bu gözle değerlendirmeye mecburuz. Sokrates’in kendini Atina toplumuna karşı sorumlu görmesi gibi, bilim insanı da yalnızca deney tüplerine ya da veri tablolarına değil, insanlığa karşı hesap verme zorunluluğu taşır. Tıpkı iktisatçılar için de düşündüğüm gibi.


Modern bilimsel etik tartışmaları ne kadar sofistike olursa olsun, özünde hâlâ Sokrates’in ahlakı olmalıdır: Bilgi, sorumluluk doğurur. Bilim insanı, sadece neyin mümkün olduğunu değil, neyin doğru olduğunu da sormalıdır.


Blimsel etik yalnızca uygulamaya yönelik bir denetim aracı değil, aynı zamanda bilgi üretiminin doğasını yeniden düşünmeye yönelmemizi sağlayan felsefi bir meydan okuma olmalıdır. Karl Popper, Thomas Kuhn, Paul Feyerabend gibi düşünürler bu tartışmanın temel taşlarını oluşturmuştur.


Onlara da ses verelim.


Karl Popper'in bilim anlayışı, bilimsel teorilerin doğrulanmasından çok yanlışlanabilir olmasına dayanır. Bu ilke, bilim insanının kendi iddialarını sürekli test etmesini ve eleştiriye açık tutmasını zorunlu kılar. Popper, böylece bilimi dogmatikleşmekten korumaya çalışmıştır. Ancak, Popper’in etik katkısı sınırlıdır. Popper'de sorumluluk kavramı bireysel eleştiriyle sınırlıdır, kolektif sonuçlara odaklanmaz.


Thomas Kuhn’a göre bilim, “normal bilim” evrelerinde belirli bir paradigmaya sıkı sıkıya bağlı kalarak ilerler. Bu durum, bilim insanlarının karşıt görüşleri dışlamasına ve bazı soruları etik olarak bile soramamasına yol açabilir. Paradigma içindeki sessizlik, etik sorgulamayı da bastırır. Örneğin, Manhattan Projesi bir bilimsel devrimdir. Ancak, ahlaki açıdan paradigma içinde sorgulanması neredeyse mümkün olmamıştır.


Paul Feyerabend, bilimde tek bir yöntem olmadığını ve farklı bilgi üretim biçimlerinin eşit geçerliliğe sahip olduğunu savunur. Ona göre, bilim insanları yalnızca teknik becerilere değil, etik ve kültürel sezgilere de dayanmalıdır. Bilimin etik sorumluluğu, çoğulcu bilgi biçimlerinin tanınmasında yatmaktadır.


Donna Haraway’in “konumlanmış bilgi” (situated knowledge) kavramı, bilimsel nesnelliğin tam anlamıyla mümkün olmadığını, her bilginin belli bir toplumsal, cinsiyetli ve kültürel bağlamdan çıktığını savunur. Bu, etik sorumluluğu yalnızca bireysel değil, aynı zamanda toplumsal hâle getirir. Bilimsel bilginin ideolojik önyargılardan arınması, yalnızca teknik doğrulukla değil, ahlaki farkındalıkla mümkündür.


Bilim tarihi, Batı merkezli bilgi üretiminden bağımsız düşünülemez. Bilimsel bilgi çoğu zaman sömürgeci yapılarla iç içe gelişmiştir. Bilimsel keşiflerin kolonilerdeki bedenler üzerinde test edilmesi, teknolojik ilerlemenin emperyalist politikalarla desteklenmesi ya da buluşmasıdır. Dolayısıyla, bilimsel etik, yalnızca araştırma yöntemlerine değil, bilginin hangi coğrafyada, kimlerin çıkarına üretildiğine de odaklanmalıdır.


Etik Olarak Donanımlı Bilimin İmkânı


Wells’in Griffin’i, Oppenheimer’ın ruhsal sarsıntısı ve günümüzdeki algoritmik sistemler gösteriyor ki, bilim yalnızca doğanın yasalarını çözmekle kalmıyor. İnsanlığın geleceğini biçimlendirme kudretine de sahip. Ancak bu kudret, etik bir donanımla birleşmediği sürece yıkıcı oluyor.


Bilim felsefesi, bilginin ne olduğu kadar, bu bilginin nasıl ve kimin için üretildiğini de sorgulamak zorunda. Bilimsel özgürlük, etik sorumlulukla sınırlanmadığı takdirde, özgürlük değil tahakküm üretiyor.


Wells’in uyarısı, Oppenheimer’ın pişmanlığı ve günümüzün teknolojik distopyaları, bilimi yalnızca ilerleme aracı olarak değil, etik hesaplaşma alanı olarak görmeyi de zorunlu kılıyor.


Bilimsel düşünce, dogmalardan sıyrılmanın bir yolu. Her şey şüpheli (omnia dubitanta sunt). Bacon, Descartes ve Newton bile.


Tarihte, buluşların parlaklığı yerine etik açıdan nasıl kullanıldıkları alkışlanıyor olsaydı, bugünün bilim etiğinin yozlaşmasına tanıklık etmiyor olabilir miydik?


Yine uzun ve ümitsiz bir yazı yazdığımın farkındalığı ama zamanlar ötesi gördüğüm değer yargılarımla yazımı burada sonlandırıyorum. Sırada, başka ümitsiz yazılar var.

© 2025 by Arda Tunca

bottom of page