top of page

“Hiçbir şey beklemiyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, özgürüm”: Nikos Kazancakis’in Yaşamı

Özgürlük ve İsyanlar Arasında Bir Hayat


Nikos Kazancakis, Osmanlı hakimiyetindeki Heraklion’da 1883’te doğduğunda, sadece Girit’in kaderini değil, romanlarının en unutulmaz karakterlerinin içsel mücadelesini de tanımlayacak koşullarla karşı karşıyaydı.


İlk yazılarından başlayarak, 1961’de yayımlanan El Greco’ya Mektuplar’daki ruhsal itiraflarına kadar Kazancakis, beden ile ruh, Doğu ile Batı, eylem ile aşkınlık arasındaki çatışmaların bir yansıması oldu.


1953’te, Kaptan Mihalis (Özgürlük ya da Ölüm) romanı, yaşamı boyunca içinde bulunduğu ruhsal mücadelelerin belki de en yoğun ifadesiydi. 19. yüzyıl Girit’inde Osmanlı egemenliğine karşı bir ayaklanma temasındaki roman, tarihsel kurgunun çok ötesine geçer. Ulusal ve kişisel özgürlük arzusu, gurur ve fedakârlık üzerine mitik bir meditasyondur adeta.


Nikos Kazancakis, babası Mihalis’i hayatında derin etkisi olan, sert, stoacı, gururlu ve Girit’in bağımsızlığına ateşle bağlı bir figür olarak gördü. Mektuplarında ve anı niteliğindeki yazılarında babasından hem korktuğunu, hem de kendisine hayranlık duyduğunu belirtti. Kaptan Mihalis’te, tüm bu özellikleri birleştirdi.


Edebiyat araştırmacıları, Kaptan Mihalis’in Kazancakis’in babasının bir temsili olduğunda hemfikirdir. Roman, 1889’daki Girit isyanını anlatır ve adanın trajik kahramanlığını babasının ahlaki ilkelerine göre şekillenen bir figürde sembolleştirir.


Kazancakis’in entelektüel oluşumu, 1902’de hukuk okumak için Atina’ya taşınmasıyla başladı. Hukuk, içindeki metafizik ve felsefe arzusuna dar geldi.


1907’de, yüksek lisans çalışmalarını sürdürmek üzere Paris’e gitti. Yazı hayatı boyunca kendisini etkileyen peşini bırakmayan iki düşünürle Paris’te tanıştı. Hayatın dinamik vizyonu ve yaratıcı evrim kavramıyla Henri Bergson ve güç istencini ve Übermensch düşüncesini yaratan Friedrich Nietzsche, Kazancakis’in felsefe yolculuğuna ölümüne kadar eşlik ettiler. Kazancakis’in Giritli karakteri ve çile içeren maneviyatı bu filozofların fikirleriyle derin bir uyum yakaladı.


Kazancakis, 1909’da Yunanistan’a döndüğünde Friedrich Nietzsche’nin Hukuk ve Devlet Felsefesi başlıklı tezini yayımladı. Tez, kendisinin hukuk geçmişini ve çocukluğundan gelen Hristiyan ortodoksluğu felsefesinden kopuşunu başlangıcını gösterir.


Nietzsche’nin trajik iyimserliği ve Bergson’un varoluşsal metafiziğiyle şekillenen dünya görüşü, nihilist ya da salt rasyonalist değildi. Kazancakis için hayat, kurtuluş vaadi olmaksızın mücadeleyi kucaklamak, ve benliği aşma çabasıydı. Diğer bir ifadeyle, varoluşsal bir eylem çağrısı. Tıpkı Nietzsche’nin Übermensch’i gibi.


Kazancakis’in Nietzsche’ye ilgisinin kaynağında, ikisinin de Antik Yunan trajedisine duyduğu saygı vardır. Nietzsche’nin Tragedyanın Doğuşu eseri, kaos karşısında insan onurunun örnekleri olarak Aiskhylos ve Sophokles’i yüceltir. Kazancakis, Nietzsche’nin bu vizyonunu içselleştirdi. Her iki düşünür için de trajedi, mücadele yoluyla ruhsal bir yükselişti. Çalkantılı Girit toprağında büyüyen ve klasik metinlerin arasında sürekli bir entelektüel yolculuk yapan Kazancakis, acıyı özgürlüğün potası olarak gördü. Bu trajik ethos, Kazancakis’in bütün eserlerinde hissedilir.


Kazancakis, bitmek bilmeyen bir arayış ruhuyla maddi ve entelektüel anlamda eklektik bir yaşam sürdü. Bir dönem, geçimini kitap tercümeleriyle sağladı. Entelektüel yoldaşı ve hemşehrisi Galatea Alexiou ile birlikte yaşadı ve sonra da kendisiyle evlendi.


1916’da, kereste işine girmek için Athos Dağı’na gitti. Sonra, Peloponnes’de bir linyit madeni işletmeyi denedi. Burada, Zorba romanında ölümsüzleşecek coşkulu ve içgüdüsel bilgeliğe sahip Georgios Zorba’yı işe aldı.


Zorba romanının hayatı kucaklayan felsefesi, 1964’te Michael Cacoyannis’in yönettiği film ile dünyaya ulaştı. Anthony Quinn’in ikonik performansı, Kazancakis’in coşkulu madencisini unutulmaz bir yoğunlukla beyazperdeye taşıdı. Mikis Theodorakis’in büyüleyici müziği sirtaki dansı ile dünyanın kültürel hafızasına kazındı. Film, Zorba’yı Akdeniz’in dizginlenemez coşkusunun evrensel sembolüne dönüştürdü.


Devrimler ve Dirilişler


Kazancakis’in yazıları, savaş göçlerinin acısından, devrimlerin kanından ve gönüllü sürgünün yalnızlığından yükseldi.


1919’da, I. Dünya Savaşı sonrasındaki çalkantıların ortasında, bir başka Giritli olan Başbakan Eleftherios Venizelos kendisini sağlık bakanlığı genel müdürü olarak atadı. Görevi, Kafkasya’daki Yunan mültecileri anavatana geri getirmekti. Bu deneyim, Kazancakis’in yerinden edilme, adaletsizlik ve insan direnci temalarını derinlemesine hissetmesine neden oldu. Bu izler, Osmanlı işgalindeki bir Yunan köyünde geçen Yeniden Çarmıha Gerilen İsa (1954) romanında hayat buldu. Kazancakis’in ruhsal gerilimi romanda buram buram hissedilir. Kurtuluş gökten gelmez, acı içindeki topluluk tarafından inşa edilmelidir.


Venizelos’un Liberal Parti’si iktidardan düşünce Kazancakis kamu görevinden istifa etti. Savaşların arasında, Avrupa’nın ideolojik ve ruhsal bunalımları içinde yeni bir yolculuğa çıktı.


Viyana’da, Freud’un psikanaliz görüşüyle tanıştı. İnsanın bilinçaltını, kendini bastırmalarını ve suçluluk duygusunu Freud üzerinden anladı. Budist öğretiler, Nietzscheci iradenin coşkulu tutkularını dengeleyen bir uzaklaşma ve içsel huzur yolu sundu.


Berlin’de, Weimar Dönemi sonrası siyasetin devrimci atmosferi ile tanıştı. Marksist ve Leninist düşünceye kapıldı. Komünist Parti’ye katılmasa da, Lenin’i dünyayı ateş ve fedakârlıkla yeniden şekillendirmek isteyen modern bir Prometheus olarak gördü.


1927’de Kazancakis, Ege’deki Egina Adası’na çekildi. Yoğun bir yaratıcılık dönemine girdi. Burada, en iddialı edebi projesine başladı: Odysseia: Modern Bir Devam. 24 rapsodide 33.333 dizelik dev epik şiir yazdı. Şiir, 1938’de tamamlandı ve Homeros’un Odysseus’unu kapanış, yuva ya da huzuru reddeden postmodern bir gezgin olarak radikal biçimde yeniden tasarladı.


Seyahat ve yazı yılları hiçbir zaman bütünüyle politik angajmandan kopmadı. 1945’te, Nazi işgali ve Yunanistan’daki iç savaşın ardından gelen kırılgan barış ortamında kısa bir süre siyasete girdi. Themistoklis Sofoulis’in koalisyon hükümetinde bakanlık yaptı ve demokratik sosyalizm ile ruhsal yenilenmeyi sentezlemeye çalışan Sosyalist İşçi Hareketi’ni yönetti. Ancak, kısa sürede hayal kırıklığına uğradı. 1948’de partiden ayrıldı, Yunanistan’dan bir kez daha uzaklaştı ve Fransa’nın Antibes kentine yerleşti.


Yunan Ortodoks Kilisesi, eserlerinin ikonik ve sapkın olarak gördüğü yönlerinden derin rahatsızlık duydu ve Kazancakis’i afaroz etmeye çalıştı. Kaptan Mihalis’ten özellikle kutsal ile dünyevi, şehitlik ile delilik arasındaki çizgiyi bulanıklaştıran bölümler seçildi. Kan ve mitlerle yoğrulmuş çocukluk Heraklion’unu betimleyen roman, kilise tarafından bir hakaret kanıtı olarak görüldü.


Girit


Nikos Kazancakis’i anlamak için Girit’i anlamak şarttır. Ada, savaş küllerinin, fetihlerin ve isyanların tarihidir. Kazancakis’in benzersiz ruhsal dilinin köklerinde Girit’in toprağı vardır.


M.Ö. 2600–1150  yılları arasında Avrupa’nın en erken gelişmiş toplumlarından biri olan Minos Uygarlığı Girit’te filizlendi. Knossos, Festos ve Zakros saraylarından denizci ve sanatçı bir kültür yayıldı.


M.Ö. 1450 civarında Santorini Yanardağı’nın patlaması, dev dalgalar ve külle Girit’in kuzey kıyılarını harap etti. Minoslular bu doğal afetten sonra bir daha toparlanamadı. Aka ve Dor istilaları çöküşü beraberinde getirdi.


Girit, sonrasında imparatorluklara ev sahipliği yaptı. Roma (69–330), Bizans ve ardından Araplar (824–961) adadan geldi, geçti. Heraklion’u – o zamanki adıyla Handek – Araplar kurdu. Bizanslılar adayı geri aldığında, Dördüncü Haçlı Seferi’nin ardından, 1204’te Girit’i Venediklilere sattılar.


Venedik egemenliği altındaki Girit, Doğu’da bir Rönesans kalesi haline geldi. Domenikos Theotokopoulos (El Greco), ressamlığa burada başladı. Yunan Ortodoks gelenekleri Batı estetiğiyle Girit’te birleşti. Kazancakis, son otobiyografik eserine El Greco’ya Mektuplar adını vererek El Greco’yu manevi atası olarak gördü.


1538’de, Preveze Deniz Savaşı’nda Barbaros Hayreddin Paşa’nın Kutsal İttifak’ı yenmesi Venedik’in bölgedeki deniz üstünlüğünü yıktı. 1571’de Kıbrıs’ın kaybı, Doğu Akdeniz’deki varlıklarını zayıflattı. Girit, 21 yıl süren Avrupa tarihinin en uzun kuşatması sonunda Osmanlı İmparatorluğu’na teslim olana kadar Venedik’in son büyük toprağı olarak kaldı.


Eylül 1669’da, Venedik kumandanı Francesco Morosini ile Osmanlı sadrazamı Köprülü Fazıl Ahmed Paşa arasında yapılan müzakereyle Kandiye (Heraklion) Osmanlı’ya bırakıldı. Böylece, adadaki Venedik egemenliği sona erdi ve 1898’e dek sürecek Osmanlı dönemi başlamış oldu.


Osmanlı dönemi, milliyetçi ve dini saiklerle tekrarlanan Girit ayaklanmalarına sahne oldu. Bunların en çarpıcısı, Kasım 1866’daki Arkadi Manastırı Katliamı idi. Osmanlı ordusu manastırı kuşattığında, 259 savunucu ile 700’den fazla kadın ve çocuk teslim olmayı reddetti. Osmanlılar surları aştığında, manastırı savunanlar barut depolarını ateşe verdi ve neredeyse içerideki herkes hayatını kaybetti.


Özgür Yunan olarak ölme arzusu ve manastır saldırısı dünya kamuoyunu sarstı. Victor Hugo, olayı “kahramanca bir fedakârlık” olarak niteleyen mektuplar yazarak Avrupa’yı Girit’i desteklemeye çağırdı. Bu toplu şehadet, Kazancakis’in karakterlerindeki ruha özellikle Kaptan Mihalis’te yansıdı.


1821, 1833, 1841, 1858, 1889, 1895 ve 1897’deki isyanlara rağmen Osmanlı adayı elinde tuttu. 1897’deki son ayaklanmanın ardından Büyük Güçler (Britanya, Fransa, Rusya ve İtalya) düzeni sağlamak için adaya asker çıkardı. Almanya ve Avusturya-Macaristan 1898’de adadan çekildi. Bir süre ada, geride kalan güçlerin amirallerinden oluşan bir komite tarafından yönetildi.


Adanın tarihindeki kritik nokta, Eylül 1898’deki Kandiye Katliamı oldu. Müslüman milisler 500 Giritli Hristiyanı ve 14 İngiliz askerini öldürdü. Tepkiler sonucunda işgal güçleri Osmanlı birliklerini ve yetkililerini adadan çıkardı ve böylece Girit’in özerkliğinin önü açıldı. Aynı yılın Aralık ayında, Osmanlı İmparatorluğu’nun sembolik egemenliği altında Girit Devleti ilan edildi.


1905’te, Eleftherios Venizelos’un önderliğindeki Theriso İsyanı, yüksek komiser Prens George’un otokratik yönetimine meydan okudu.


1908’de, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki siyasi karmaşadan yararlanan Giritli vekiller, Yunanistan ile tek taraflı olarak birleşme ilan ettiler. Yunanistan bu iddiayı kabul etse de uluslararası tanıma ancak 1 Aralık 1913’te, Birinci Balkan Savaşı’nın ardından geldi.


Bağımsız Yunanistan da yabancı etkilerle şekillenen karmaşık bir ulus inşa etme sürecindeydi. 1830 Londra Protokolü Yunan bağımsızlığını resmen tanıdıktan sonra Büyük Güçler, Bavyera Prensi Otto’yu Yunanistan’ın ilk kralı seçti. Otto, 1833’te göreve geldi. Başlangıçta, Bavyeralı bir naiplik aracılığıyla yönetim kurdu ve 1843’teki anayasal ayaklanmaya kadar mutlakiyetçi yönetimle hüküm sürdü.


Resmi olarak egemen olsa da Yunan monarşisinin yabancı kökeni, siyasi bağımsızlık ile kültürel özerklik arasındaki çelişkiyi ortaya koyuyordu. Bu bağlamda, Girit’in Yunan devletiyle geç birleşmesi, yalnızca coğrafi bir gecikme değil, Yunan ulusunun dış etkilerle parçalı doğasının bir yansımasıydı.


Skandal, Kurtuluş ve Vicdan Mahkemesi


Eğer Zorba (1946) Bergsoncu “hayvani içgüdü” dediği vahşi, dizginlenmemiş yaşam gücünü temsil ediyorsa, Günaha Son Çağrı (1955) ruhun en savunmasız ve kışkırtıcı köşelerini açığa vurdu. Zorba’nın metafiziği umarsızca uçurumun kenarında dans eder.



Kazancakis’in yorumunda İsa, yalnızca acıdan değil, özgürlüğün, şüphenin ve arzunun dayanılmaz yükünden de ağlar. Zorba ve İsa’da Kazancakis, insan varoluşunun iki uç yönünü anlattı: yaşama içgüdüsü ve ruhsal yücelişe yönelme zorunluluğu.


Dünya, Kazancakis’in anlattıklarına ve tasvirlerine hazır değildi.


20. yüzyılda çok az kitap böylesine büyük bir teolojik öfke uyandırmıştır. Sıradan bir yaşamın, evliliğin, fedakârlıktan kaçışın cazibesini düşünen İsa’yı tasavvur eden Günaha Son Çağrı, 1954’te Papa XII. Pius tarafından Katolik Kilisesi’nin yasaklı kitaplar listesine alındı.


Kazancakis’in putları kıran ruhsallığından tedirgin olan Yunan Ortodoks Kilisesi de aynı yolu izledi. Kazancakis’in yanıtı meydan okuyucu bir tonda geldi:


“Ad tuum, Domine, tribunal appello” — “Senin mahkemene başvuruyorum, Tanrım.”


Yanıt, hiçbir kurumun vicdandan üstün olmadığını hatırlatmak için Latince verilmiş bir karşılıktı. 1054’teki Büyük Ayrılık’tan bu yana Ortodoks ve Katolik kiliseleri ilk kez bir konuda aynı fikirdeydi.


On yıllar sonra tartışma bu kez sinemada alevlendi. Martin Scorsese’nin 1988 tarihli Günaha Son Çağrı filmi protestolar, sansür ve yasaklara hedef oldu. Film, Türkiye, Meksika, Şili, Arjantin ve Filipinler dâhil en az 12 ülkede yasaklandı. Ölüm tehditleri ve isyanlar patlak verdi.


Kazancakis’in cevabı asla dogmatik olmadı ama trajikti. 1955’te, belki de yaşam yolculuğunun sona yaklaştığını hissederek, tamamlanmamış entelektüel otobiyografisi El Greco’ya Mektuplar’ı yazmaya başladı. Adımlarını, bir çözüm aramak için değil, bitmeyen sorunun canlılığını korumak için izledi: İnsan, hiçbir garantinin olmadığı bir dünyada nasıl onurlu yaşayabilir?


Aynı soru belki de Nobel Komitesi’nin salonlarında yankılandı. Dokuz kez aday gösterilmesine rağmen Kazancakis’e edebiyat Nobel’i verilmedi. 1957’de, ölüm yılı olan o yıl, ödül Albert Camus’ya yalnızca bir oy farkla gitti.


Kazancakis’in edebiyatı için değil, bağımsız ruhu için cezalandırıldığı akla gelebilir. Hıristiyan dogmasına ve burjuva ahlakına meydan okuması, komünizme yakınlığı ve ruhsal ikonları radikal biçimde yeniden tasarlaması, onu “kabul edilebilir” ödül sahiplerinin sınırlarının dışında bırakmış olabilir.


Kazancakis asla kabul görmek için yazmadı.


Haçsız Mezar: Kazancakis’in Son Özgürlüğü


Nikos Kazancakis 26 Ekim 1957’de, uzun süren lösemiyle mücadelesinin ardından Almanya’nın Freiburg kentinde öldü. Ölümü de tıpkı yaşamı gibi direnişin sembolü oldu. Bedeni Atina’ya getirildiğinde Yunan Kilisesi kendisine kilise ritüellerine uygun bir cenaze töreni düzenlemeyi reddetti. Tabutun üzerinde haç olmayacaktı, diriliş ilahisi okunmayacaktı. Kilisenin gözünde, İsa’yı insancıllaştırma cüretini gösteren bu adam, ilahi lütuf umudunu kaybetmişti.


Doğduğu kentin Metropol Katedrali kapılarını açtı. Orada, açık tabutla ama dinsel ayin olmadan, dostlar, yazarlar ve sıradan Giritliler son veda için toplandılar. Hiçbir kurum O’nun adına konuşmadı. Cesedini Girit toprağına taşıyan sessizlik, son bir başkaldırı ve Kazancakis’in vakur duruşunun temsili anıydı.


Mezarı, Heraklion’un Venedik Surları’nın üzerinde, inançlıların resmi mezarlıklarından uzakta bulunur. Mezar taşında haç yoktur. Sadece şu sözler yazar:


“Hiçbir şey ummuyorum. Hiçbir şeyden korkmuyorum. Özgürüm.”


Kazancakis, son manifestosunu böyle yazdı. Ne bir sapkın, ne de ödül ya da korkunun yönlendirdiği biri olarak yaşadı ve öldü. Korku, cesaretin son düşmanıydı. Özgürlük ise, bir armağan değil, ömür boyu süren bir mücadeleydi.


Totaliter inançların, kör itaatin ve kutsal yasakların tanımladığı bir yüzyılda Kazancakis sürgünde yazdı. Sürgün, yakmayan ama arındıran bir ateşin edebiyatını yarattı: Cenneti değil, derinliği arayan ruhsal bir isyan.


Yorumlar


© 2025 by Arda Tunca

bottom of page