top of page

İnanmıyorlar, Ama Aidiyet Hissediyorlar: Kültürel Bir Dayatma Olarak Dinsel Kimlik

Özet


Dinsel aidiyet hakkındaki hâkim varsayımlar, daha derin bir antropolojik gerçeği gözden kaçırır. Çoğu toplumda din, bilinçli bir inançtan ziyade, kalıtsal kültürel aidiyetin bir biçimi olarak işlev görür.


Bu makale, dinin büyük ölçüde kazanılmış değil, atfedilen bir kimlik olduğunu; bireysel yansıma yerine kültürel habitus yoluyla aktarıldığını savunur. Bourdieu, Durkheim, Taylor, Asad, Gellner gibi düşünürlerin eserlerine ve güncel küresel anket verilerine dayanarak, dinsel kimliğe dayalı modern siyasal hareketlerin teolojik bir canlanmayı değil, kimlik kaygısını yansıttığını öne sürer. Bu çerçevede, inanç ile kalıtsal aidiyet arasındaki farkı ayırt edemeyen demokrasiler, çoğulcu tartışma kültürüne düşman olan bilinçdışı güçleri meşrulaştırma riski taşır.


Giriş: İnanç Miti


Kamusal söylemde dinsel aidiyet sıklıkla inançla özdeşleştirilir. Politikacılar ve yorumcular “Hristiyan seçmenler”, “Müslüman topluluklar” ya da “Hindu milliyetçileri”nden bahsederken, bu kimliklerin bilinçli teolojik bağlılıklara dayandığını varsayarlar.


Oysa José Casanova'nın Modern Dünyada Kamusal Dinler adlı eserinde isabetle belirttiği gibi, “dinsel kimlikler çoğu zaman inancın ya da ibadetin gerçek yoğunluğundan bağımsız olarak sürdürülür.”


Bugün dinsel kimlik, özellikle siyasal düzlemde, inançtan çok kültürel aidiyetin bir göstergesi olarak işlev görür; rasyonel bir tercih değil, önceden kazanılmış bir mirastır.


Talal Asad da benzer şekilde Sekülerliğin Biçimleri adlı eserinde dinsel geleneklerin benliğin “doğallaştırılmış arka planının” bir parçasını oluşturduğunu ve bireyi yansıma başlamadan önce şekillendirdiğini savunur.


Son dönem araştırmaları bunu doğrular. Pew Araştırma Merkezi’nin Küresel Dinsel Gelecekler çalışmasına göre, dünya nüfusunun yaklaşık %85’i bir dine bağlı olduğunu belirtmektedir. Ancak gerçek ibadet oranları ve teolojik bilgi düzeyleri, bölgesel olarak oldukça düşüktür.


Örneğin, Batı Avrupa’da 2018 Pew araştırması, kendisini Hristiyan olarak tanımlayan kişilerin %60’ından fazlasının nadiren kiliseye gittiğini ve temel teolojik kavramları ifade edemediğini ortaya koymuştur. İnsanlar, bilinçli olarak inanmadıkları dinlere aidiyet duyarlar.


Din Olarak Habitus: Bourdieu ve Geleneğin İçselleştirilmesi


Pierre Bourdieu, Bir Pratik Teorisi İçin Taslak adlı temel eserinde habitusu, “işlevsel yapılar olarak iş gören, kalıcı, devredilebilir eğilimler sistemi” olarak tanımlar.


Bourdieu’nün merceğinden bakıldığında din, bilinçdışı toplumsal koşullanma sistemidir. Ritüeller, onları sorgulama kapasitesi gelişmeden çok önce içselleştirilir. Otorite figürleri (ebeveynler, din adamları, öğretmenler), dinsel kategorileri tartışma konusu değil, birer gerçek olarak aktarır. Toplumsal semboller, dinsel aidiyeti “biz buyuz” duygusunun ayrılmaz parçası hâline getirir.


Benzer şekilde, Mary Douglas Saflık ve Tehlike adlı klasik eserinde şöyle der: “Din, esasen toplumsal sınıflandırmalarla ilgilidir... İnanç sonradan gelir, gelirse.”


Dinsel üyelik, dinsel düşünceden önce gelir. Benlik, onay verebilme kapasitesini kazanmadan önce dinsel kimliğe yazılmıştır.


Dinsel Kimliğin Dayatılması: Durkheim’ın İçgörüsü


Émile Durkheim, Dinsel Hayatın İlkel Biçimleri adlı eserinde dinin “tam anlamıyla kolektif bir şey” olduğunu vurgular.


Dinsel aidiyetin metafizik hakikatten çok, ortak bir bilinç hâline katılım anlamına geldiğini savunur. Durkheim, “birey dinsel inançlara ve uygulamalara, rasyonel biçimde ikna olduğu için değil, ait olduğu toplum bunları dayattığı için bağlılık hisseder” diyerek uyarır.


Bu sosyolojik gerçek sadece geleneksel toplumlarla sınırlı değildir. Modern, sekülerleşmiş toplumlar bile dinsel kimliği dayatır. Çoğu nüfus formunda bir din beyan etmek zorunludur. Okul tatilleri dinsel takvimlere göre düzenlenir. Evlilik ve cenaze ritüelleri kalıtsal dinsel kurallara göre yürütülür. Böylece aidiyet zorunlu, inanç ise ikincil ya da tamamen önemsiz hâle gelir.


Aidiyet Kaygısı: Modernitenin İstenmeyen Sonucu


Modernleşme, sekülerleşme ve küreselleşme, dinsel kimliği çözmek yerine, kalıtsal aidiyete olan bağlılığı derinleştirmiştir.


Charles Taylor, Seküler Çağ adlı eserinde seküler modernliği “inanmak ve inanmamak, doluluk ve kırılganlık arasındaki gerilim durumu” olarak tanımlar.


Bu gerilim, kolektif kimlikleri istikrarsızlaştırır ve bireylerin kalıtsal kimlik işaretlerine—özellikle dine—daha sıkı sarılmalarına yol açar.


Ernest Gellner bu olguyu Postmodernizm, Akıl ve Din adlı kitabında özlü biçimde şöyle ifade eder: “Modernitenin geleneksel toplumu aşındırması, liberal çoğulculuğu değil, topluluk kimliklerinin öfkeli bir şekilde yeniden dayatılmasını üretir.”


Bu duruma dair örnekler bolca mevcuttur. Siyasal İslam, dinsel takvadan çok, sömürge sonrası İslami topluluk onurunun yeniden tesis edilmesiyle ilgilidir. Hindistan’daki Hindu milliyetçiliği (Hindutva), teolojik doktrin değil, etnik Hindu kavrayışını savunur. ABD’deki Hristiyan milliyetçiliği, gerçek Mesih inancından çok, kalıtsal Hristiyanlık ile vatanseverliği harmanlar.


Bu durumu destekleyen Dünya Değerler Araştırması (7. dalga, 2020) verilerine göre, dinsel aidiyet beyanı küresel olarak sabit kalmakta veya artmaktadır; buna karşın kurumsal güven ve dinsel doktrin bilgisi azalmaktadır. Bu oldukça dikkat çekici bir bulgudur. Dolayısıyla, modern fundamentalizm, dinsel coşku kılığına bürünmüş kimlik kaygısıdır.


Demokratik Kırılganlık: Kalıtsal Kimlikler Siyasal Olduğunda


Demokrasiler, kamusal akıl, tartışma ve rasyonel mücadeleye dayanır. Ancak siyasal aktörler, bilinçsiz dinsel aidiyetleri (kalıtsal, sorgulanmamış, duygusal açıdan yüklü) harekete geçirdiklerinde demokrasi sekteye uğrar.


John Rawls, Siyasal Liberalizm adlı eserinde şu uyarıda bulunur: “Kamusal akıl fikri, kapsamlı doktrinler siyasal kimlik göstergesine dönüştüğünde değil, rasyonel söylem konusu olduklarında güvendedir.”


Dinsel aidiyet siyasetleştirildiğinde, seçimler kabile sadakatlerinin yarışına dönüşür; politika tartışmaları kutsal kimlikler arası varoluşsal savaşlara dönüşür; azınlıklar yurttaş değil, davetsiz misafir olarak görülür.


Bu durumun sonucu, Sheri Berman’ın Avrupa’da Demokrasi ve Diktatörlük adlı eserinde tanımladığı gibi, “kimliğin kişisel bir aidiyetten siyasal bir silaha dönüşmesidir.” Demokrasi, bilinçsiz atalara rehin düşer.


Sonuç: İnanç ile Aidiyet Arasındaki Farkı Neden Koymalıyız


Eğer demokrasiler 21. yüzyılda hayatta kalacaksa, zorlu bir gerçekle yüzleşmeleri gerekir: Bugün dinsel aidiyet, büyük ölçüde bilinçdışı bir mirastır; yansıtılmış bir inanç ifadesi değil.


Toplumlar, bireylerin inanç özgürlüğü ile kültürel ve ailevi habitus tarafından dayatılan bilinçdışı aidiyet arasındaki farkı ayırt etmelidir.


Demokratik sistemler, kalıtsal dinsel kimliği yansıtılmış inançla eşdeğer saymaya devam ederse, kendi yapıları içindeki en irrasyonel, duygusal ve bölücü güçleri meşrulaştırmış olurlar.


Charles Taylor, Modern Toplumsal Tahayyüller adlı eserinde şöyle der: “Modernitenin krizi sadece bir inanç kaybı değil, aynı zamanda istikrarlı aidiyet formlarının kaybıdır.”


Bu çerçevede, çağdaş dinsel kimlik seferberlikleri inançla değil, korkuyla ilgilidir. Yani insanlar inanmıyor; aidiyet hissediyor.


Demokrasi, bunu açıkça göremezse, inançla değil, sorgulanmamış mirasla mağlup olacaktır.

Kommentarer


© 2025 by Arda Tunca

bottom of page