Condorcet'den Transhümanizme İnsan
- Arda Tunca
- 5 Ağu
- 7 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 7 Ağu
Bir Kitapçıda Başlayan Düşünsel Yolculuk
1993 yılında bir gündü. Taksim Meydanı’ndan Gümüşsuyu’na doğru yürüyordum. Ayazpaşa’ya inen yokuşun başında, Milli Eğitim Bakanlığı'nın bastığı kitapları satan bir kitapçı vardı. İçeri girdim. Rafların arasında gezinmeye başladım ve kayboldum. Kitapların uygun fiyatı çok cazipti. Kitapçıdan ayrılırken, çantama koyduğum kitaplar dışında, bir kolumun da kitapla dolduğunu hatırlıyorum.
O gün, bir kitap özellikle dikkatimi çekti. Bir başlık, o günlerin koşullarını da düşününce, bende büyük bir merak uyandırdı: İnsan Zekâsının İlerlemeleri Üzerine Tarihi Bir Tablo Taslağı. Yazarı: Marie Jean Antoine Nicolas de Caritat, Condorcet Markizi. Kitabın tarihi, 1795.
O günlerde ne internet vardı, ne e-posta. Yapay zekâ kavramı bizlerin gündeminde dahi değildi. Moore Yasası’nı da bilmiyordum, henüz haberim yoktu. Ancak, büyük bir teknolojik değişimin yaklaştığını çok iyi biliyordum. Dünya, hızla bir dönüşümün eşiğinde idi.
Condorcet’nin eseri öylesine ilginç geldi ki, eserin İngilizce’sinin peşine de düştüm daha sonra. Ulaşmak, hiç kolay olmadı. Yaklaşık iki yıl boyunca bu metnin izini sürdüm. Sonunda da ulaştım. Felsefenin ve bilimin dilinin köklerinde Yunanca ve Latince olduğu için, bu gibi metinleri İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca ya da İspanyolca üzerinden okumak her zaman daha öğreticidir.
Bugün yapay zekâdan, yapay genel zekâdan (AGI), kendi başına karar alabilen yazılım ajanlarından söz ediyoruz. İnsan ve makine ilişkisi yeni bir evreye girmiş durumda. Böyle bir çağda Condorcet’yi anmamak mümkün değil. O’nun akıl ve ilerleme üzerine kurduğu düşünce yapısı, bugünün teknolojik gelişmeleriyle doğrudan ilişkilendirilebilecek bir zemin sunuyor.
Aydınlanmacı Bir Düşünür Olarak Condorcet
Condorcet’nin Esquisse D’un Tableau Historique Des Progrès De L’esprit Humain (Sketch for a Historical Picture of the Progress of the Human Mind) adlı eseri, insanlığın bilgi, ahlak ve siyaset alanlarında gösterdiği gelişmeyi on evrede anlatır. Her evre, aklın belirli bir eşiği aştığı bir dönemi temsil eder.
Tarihi ilerleyişin kaynağı insan aklıdır. İnsanlar doğa durumundan çıkarak dili, yazıyı, ardından da bilimsel yöntemi geliştirir. Bu gelişim yalnızca bireysel çabayla değil, aynı zamanda kurumların ve toplumların dönüşümüyle sağlanır.
İlerlemenin temel araçları bilim, eğitim ve özgür düşüncedir. Condorcet, özellikle eğitimin herkes için kamusal bir hak olması gerektiğini savunur. Rapport Sur L’instruction Publique adlı çalışmasında da bu ilkeyi açık biçimde dile getirir.
Condorcet bir tarihsel iyimserdir. O’na göre insanlık, savaş, kölelik ve baskı gibi yapıları zamanla aşacaktır. Bu görüş, Aydınlanma’nın ilerlemeci tarih felsefesinin karakteristik bir örneğidir. Ancak, bu iyimserliğin eleştirisi, 20. yüzyılda Frankfurt Okulu tarafından yapılmıştır. Horkheimer ve Adorno, Aydınlanma'nın akılcı iyimserliğinin nasıl teknik rasyonalizme ve baskıcı yapılara dönüşebileceğini gösterir.
Condorcet'nin ilerleme inancı, bireyin değil, insanlığın ortak gelişimini hedefler. İnsan doğası sabit değildir, toplumsal yapılarla birlikte şekillenir. Bu yönüyle Condorcet'nin, bugün transhümanizmin “insan doğasının dönüştürülebilirliği” fikrine felsefi zemin hazırladığı düşünülebilir.
Günümüzün Eşiği: Yapay Zekâ ve Dönüşüm
Yapay zekâ, yalnızca teknik bir alan değildir; toplumsal dönüşümün potansiyel olarak belki de en önemli taşıyıcısı konumundadır. Özellikle son yıllarda üretken yapay zekâ (generative AI) sistemlerinin gelişmesi, yapay zekânın karar alma, öğrenme ve üretim gibi süreçlerde insanla yarışabilecek kapasiteye ulaşmasını sağladı. Süreç, ivme kazanarak devam ediyor.
Bu süreci daha önce kaleme aldığım Yapay Zekâ Tipolojisi ve Firma Düzeyinde Uygulama Zorlukları, Yapay Zekâ ve Enerji: İklim Mücadelesinde Çift Yönlü Sorumluluk ve Yapay Zekâ, Verimlilik ve Eşitsizliğin Geleceği başlıklı yazılarda ele aldım. Bu metinlerde, yapay zekânın ekonomik verimlilikten iklim politikalarına kadar çok boyutlu etkilerini, yalnızca araçsal değil, aynı zamanda yapısal bir dönüşüm biçimi olarak tartıştım.
Söz konusu gelişmeler bizi temel bir soruyla karşı karşıya bırakıyor: İnsan nedir ve sınırları teknolojiyle nereye kadar genişletilebilir? O halde, biraz felsefe tarihine gidelim. Zira, farkında olmasalar da, bugünlerin köklerinde geçmişin filozofları var.
Hümanizm: Akıl, Değer ve İnsan Potansiyeli
Yukarıdaki soruya yanıt ararken, hümanizm kavramına tarihsel süreçte dönmemiz gerekiyor. Hümanizm, Rönesans döneminde ortaya çıkan ve insanın değerini, özgürlüğünü ve yaratıcılığını temel alan bir düşünce geleneğidir. Hümanist düşünürler, bireyin gelişimine, eğitimine ve ahlaki yetkinliğine vurgu yapar.
Hümanizm yalnızca Rönesans’ın kültürel atmosferinde gelişen bir söylem değildir. Batı düşüncesinde insan merkezli bilgi ve değer sistemlerinin omurgası niteliğindedir. Bu düşünce geleneği, Petrarca, Lorenzo Valla ve Erasmus gibi isimlerin öncülüğünde skolastik düşünceye karşı antik kaynaklara dayalı seküler bir insan anlayışı geliştirmiştir. Hümanistlerin amacı, bireyin düşünme ve yaratma kapasitesine, özellikle etik yaşamla kurduğu ilişkiye vurgu yapmaktı.
Hümanizm anlayışının en etkileyici ifadelerinden biri, Giovanni Pico della Mirandola’nın 1486 tarihli Oratio de Hominis Dignitate adlı metninde yer alır. Pico’ya göre insan, Tanrı tarafından belirlenmiş sabit bir doğaya sahip değildir. Özgür iradesiyle kendi özünü biçimlendirme gücüne sahiptir. Bu, insanın açık uçlu, özerk ve gelişmeye açık bir varlık olarak tanımlanmasının önünü açmıştır. Bu görüşleri, yapay zekâ ve aşağıda değinilecek transhümanizm kavramı çerçevesinde düşünmeyi okurlardan rica ediyorum.
Aydınlanma döneminde Pico'nun düşünceleri daha sistematik bir hâle gelir. Kant’ın “İnsan hiçbir zaman yalnızca bir araç olarak değil, her zaman bir amaç olarak ele alınmalıdır” ilkesi, hümanist etiğin doruk noktasıdır. İnsan, yalnızca akıl sahibi bir varlık olarak değil, ahlaki fail olarak da evrensel değerlerin taşıyıcısıdır.
20. yüzyılda hümanizm, çeşitli yönlerde yeniden yorumlanmıştır. Jean-Paul Sartre’ın varoluşçu hümanizmi, insanın özünü kendi eylemleriyle kurduğunu ileri sürer. Erich Fromm ve Antonio Gramsci gibi düşünürlerin geliştirdiği Marksist hümanizm, insanın özgürleşmesini üretim ilişkilerinin dönüşümüne bağlar. Martha Nussbaum’un savunduğu liberal hümanizm eğitimin ve kültürel çoğulculuğun demokrasilerde nasıl etik yurttaşlar yetiştirebileceğini tartışır.
Hümanizme yönelik eleştiriler de mevcuttur ve bu eleştiriler özellikle 20. yüzyılın ortasından itibaren yoğunlaşmıştır. Michel Foucault, “insan” kavramının evrensel bir öz değil, belirli bir tarihsel bilgi rejiminin ürünü olduğunu savunur. O’na göre modern hümanizm, insanı özgürleştirmekten çok, onu düzenleyen, sınıflandıran ve disiplin altına alan iktidar yapılarını meşrulaştırmıştır. Foucault’nun Les Mots Et Les Choses adlı çalışması, “insanın modern bir icat olduğu ve bir gün yok olacağı” iddiasıyla hümanist düşünceye radikal bir eleştiri yöneltir.
Sylvia Wynter, hümanizmin Batı dışı halkları sistematik olarak insan tanımının dışında bıraktığını savunur. Batı’nın seküler hümanizmi, sömürgecilik çağında “beyaz Avrupalı erkeği” insanlığın ölçüsü olarak merkeze koymuş, diğer tüm grupları eksik ya da aşağı kategorilere yerleştirmiştir. Bu eleştiri, hümanizmin evrensellik iddiasının Batı merkezli bir tahakküm aracına dönüştüğünü öne sürer.
Feminist eleştiriler de benzer bir eksen üzerinde ilerler. Donna Haraway, hümanist öznenin tarihsel olarak beyaz, erkek, heteroseksüel ve Batılı bir varsayımı temsil ettiğini ileri sürer. Haraway’in “siborg” kavramı, doğa/kültür, insan/makine, erkek/kadın gibi ikilikleri aşarak posthümanist bir özne modeli önerir. Bu ikilikler üzerine kurulu hümanist özne anlayışı, çoğulluğu ve beden çeşitliliğini bastırır.
Postyapısalcı düşünürler, hümanizmin metafizik varsayımlarını hedef alır. Jacques Derrida ve Jean-François Lyotard, hümanist söylemin “özne”, “akıl” ve “anlam” gibi kavramları mutlaklaştırarak farklılıkları dışladığını savunurlar. Bu bağlamda, hümanizm çoğu zaman tarih dışı, evrensel ve bütünlükçü bir özne tasavvuru dayatır.
Sonuç olarak, hümanizm, insanın özgürlüğünü, aklını ve etik kapasitesini yücelten güçlü bir düşünce geleneğidir. Ancak, bu geleneğin içerdiği normatif özne tasarımı, farklılıkları dışlaması ve tarihsel bağlamdan koparılarak evrensel kılınması nedeniyle eleştirilmiştir.
Transhümanizm ve posthümanizm gibi yönelimler, yukarıda değinilen eleştirileri dikkate alarak insan kavramını yeniden düşünmeye ve genişletmeye çalışmaktadır.
Aydınlanma ile birlikte hümanizm sekülerleşmiş ve etik bir evrensellik anlayışı kazanmıştır. Kant’ın yukarıda atıfta bulunulan ilkesi, bu anlayışın ahlaki temelidir. Condorcet de bu doğrultuda, eğitimi ve ilerlemeyi bir toplumsal özgürleşme projesi olarak savunmuştur.
Hümanizmin tezlerinin ve tetiklediği karşı tezlerin kavramları bugün yaşamakta olduğumuz dönüşümün kavramları ile bire bir aynıdır. Dolayısıyla, “nedenselliğin sonsuzluğu” çerçevesinde, bugün yaşanan gelişmeleri tarihsel süreçte dilediğimiz kadar geriden gelerek analiz edebiliriz. Ancak, bugünün kavramsal tetikleyicisinin Aydınlanma ve Rönesans ile hayat bulduğunu düşünerek nedensellik analizini bu yazı çerçevesinde Pico'ya, Condorcet'ye, Kant'a ve çağdaşlarına kadar götürebiliriz. Bu yorumlar tarafımca ikeri sürülmektedir ve tartışmaya son derece açıktır.
Transhümanizm: İnsanın Sınırlarını Aşmak
Transhümanizm, insanın fiziksel, bilişsel ve biyolojik sınırlılıklarını teknoloji aracılığıyla aşmayı hedefleyen, hem bir felsefi yönelim, hem de kültürel bir harekettir. Terim, ilk kez Julian Huxley tarafından 1957 yılında kullanılmıştır. Huxley, insanın yalnızca olduğu şeyi değil, olabileceği şeyi de düşünebilmesi gerektiğini ileri sürer. Bu düşünce, daha sonra Nick Bostrom, Max More, Ray Kurzweil ve Stefan Lorenz Sorgner gibi düşünürlerin katkılarıyla sistematik bir felsefi çerçeveye kavuşmuştur.
Transhümanizmin temel varsayımı, insan doğasının sabit olmadığı ve teknolojik müdahalelerle yeniden biçimlendirilebileceği yönündedir. Bu çerçevede genetik mühendislik, yapay zekâ, sibernetik uzuvlar, nöroteknoloji, insan-bilgisayar arayüzleri ve bilinç aktarımı gibi alanlar hem pratik hem teorik düzlemde transhümanist gündemin merkezinde yer alır.
Bugün, transhümanist bir evrede olduğumuzu düşünmek ve tespit etmek için çok sayıda ispata sahibiz.
Bugün, bu varsayımların yalnızca felsefi tartışmalarda değil, somut teknolojik gelişmelerde de karşılık bulduğunu görüyoruz. CRISPR-Cas9 gibi gen düzenleme teknikleri, kalıtsal hastalıkları ortadan kaldırmanın ötesinde, “tasarım bebekler” üretme potansiyelini barındırıyor. Elon Musk’ın kurucusu olduğu Neuralink, beyinle doğrudan iletişim kuran çipler aracılığıyla nöroteknolojik kapasite artışı hedefliyor. OpenAI ve DeepMind gibi kurumların geliştirdiği ileri düzey yapay zekâ sistemleri, yalnızca insanla yarışmakla kalmıyor, karar alma, örüntü tanıma gibi işlevleri yerine getiriyor ve yaratıcı üretim alanlarında da “insanüstü” kapasitelere yaklaşmış durumda.
Tüm gelişmeler, transhümanist iddiaların artık soyut ütopyalardan ve bilim kurgudan ibaret olmadığını gösteriyor. Kurzweil’in teknolojik tekillik teorisi (yapay zekânın insan zekâsını kalıcı biçimde aşması) artık sadece spekülatif bir senaryo değil, teknoloji şirketlerinin yatırım planlarında, üniversite laboratuvarlarında ve askeri araştırma merkezlerinde tartışılan bir gerçekliktir.
Transhümanizm, özünde ilerlemeci bir bakışa dayanır. Bu yönüyle, Condorcet’nin 18. yüzyılda formüle ettiği akıl temelli ilerleme fikriyle yakınlık taşır. Condorcet’ye göre insanlık, bilgi ve eğitim aracılığıyla hem bireysel hem toplumsal olarak gelişebilir ve daha özgür bir geleceğe ulaşabilir. Transhümanizm de insanın potansiyelini azamiye çıkarmayı savunur. Ancak, bunu eğitim ya da kültürel reformlarla değil, doğrudan biyoteknolojik müdahaleler yoluyla gerçekleştirmeyi önerir. Bugün, Condorcet'nin zamanına göre en büyük fark bu gibi gözüküyor. Ancak, ortada “felsefi” bir fark olduğunu düşünmüyorum.
Condorcet’nin akıl temelli ilerleme anlayışıyla transhümanizmin teknoloji temelli dönüşüm fikri arasında önemli bir benzerlik bulunuyor. Ancak, Condorcet’nin ilerleme anlayışı toplumcudur. Herkese açıktır, eşitlikçidir ve etik bir çerçeve önerir. Buna karşılık, transhümanizm zaman zaman bireysel avantajlar, seçici erişim ve piyasa merkezli yönelimlerle sınırlı kalabilir. Örneğin, genetik müdahale veya bilişsel artırma teknolojilerine yalnızca belirli ekonomik sınıfların erişebilmesi, toplumsal eşitsizlikleri derinleştirme potansiyeline sahiptir. Bu noktada, Condorcet’nin felsefesi, transhümanist düşüncenin temelindeki kavramları kapsıyorsa da, transhümanizmin eleştirel sorgulanması için de önemli bir kaynak sunar.
İnsan doğasının ne ölçüde “mühendislik nesnesi” hâline getirilebileceği etik tartışmaların merkezinde yer almaktadır. Bostrom, insan sonrası çağın insanlık için hem büyük fırsatlar, hem de varoluşsal riskler içerdiğini savunur. Bu riskler arasında etik denetimlerin zayıflığı, demokratik denetimin dışına taşan teknolojik otoriterlik ve biyolojik ırkçılığın yeniden üretimi gibi tehlikeler sayılabilir.
Condorcet’nin ilerleme fikri, yalnızca transhümanizmin felsefi köklerinde değil, onun eleştirel sorgulanmasında da önemli bir işlev görür. Condorcet, ilerlemeyi teknik değil, etik ve kamusal bir süreç olarak görür. Bugün, transhümanist projelere yönelik eleştirel düşünceyi besleyebilecek en güçlü tarihsel temellerden birini Condorcet'de aramak ve bulmak mümkündür. Ben, farkında olmadan ve 2025'te bana bu yazıyı yazdıracağını hiç aklımdan geçirmeden, 1993 yılında Condorcet ile tanışmışım. O gün, nasıl bir keşif yaptığımın farkında değildim. Sezgilerimden başka hiçbir referansım yoktu.
Teknolojik Olanaklar ve Etik Sorumluluk
Yapay zekâ, nöroteknoloji ve biyomühendisliğin hızla geliştiği bu çağda, transhümanizm sadece teknolojik değil, aynı zamanda felsefi ve politik bir sorudur ya da sorundur. İnsan olmanın ne anlama geldiği, bu anlamın değişip değişemeyeceği ve değişirse hangi değerler doğrultusunda yeniden kurulacağı üzerine düşünmek zorundayız.
Yaşadığımız süreçte, çok fazla soru ile karşı karşıyayız. Hukuk, iktisat, ahlak, inançlar ve din, bilim, bilim etiği, demokrasi, matematik, felsefe, insan hakları, eşitlik, psikoloji, siyaset, sosyoloji, iklim krizi başlıklarında muazzam tartışmalarla karşı karşıyayız.
Condorcet, bu sorulara kendi çağının araçlarıyla rasyonel, eşitlikçi ve toplumsal yanıtlar üretmeye çalıştı. Bugün, bu sorularla daha gelişmiş araçlarla karşılaşıyoruz. Ancak, kavramlar ve sorumluluk hâlâ aynı. Geleceği şekillendiren teknolojiler kadar, o geleceğin değerlerini de sorgulamak!
İnsana, doğaya ve evrene faydalı olmak çerçevesinde insanlık bugüne kadar başarılı bir sınav veremedi. Güç ilişkileri ve hakim felsefi düşüncelerin uygulamaları hümanizme yönelik eleştirilere özellikle kulak kabartılması gerektiğini anlatıyor.
Neoklasik iktisadın 19. yüzyılın sonunda doğup 20. yüzyılın ana akım iktisat felsefesi haline gelmesiyle hümanizm eleştirilerinin 20. yüzyılda yoğunlaşmasını tesadüf olarak göremeyiz.
Devam edeceğim.



Yorumlar