top of page

İnsan Doğası ve Siyasal Tasarım: Hobbes, Machiavelli ve Düzen Problemi

Güncelleme tarihi: 18 Tem

Giriş


Bu makale, özellikle Hobbes ve Machiavelli gibi erken modern dönemin önde gelen düşünürlerinin insan doğasını nasıl kavramsallaştırdıklarını ve buna göre siyasal kurumları nasıl yapılandırmayı önerdiklerini incelemektedir. Her iki düşünce sisteminin insan doğası çerçevesinde merkezinde şu sorular yer almaktadır: Kusurlu ve çoğu zaman çatışmalı bir insan doğasından kalıcı bir siyasal düzen doğabilir mi? Eğer doğabilirse, nasıl bir kurumsal tasarım gereklidir?


Bu dizinin bir önceki makalesinde, özellikle Spinoza ve Montesquieu üzerine odaklandım. Amacım, erken modern siyaset düşüncesinde anlamlı bir ortaklığı vurgulamaktı: Devletin kalıcılığını güvence altına alacak kurumların tasarlanması yönündeki ortak kaygı. Bu iki düşünürü beraber ele almamda kişisel görüşlerimin bu düşünürlere paralel olmasının rol oynadığını da belirtmeliyim.


Her iki düşünür de insan tutkularını siyasal istikrar için temel bir tehdit olarak görür. Bu tutkular ortadan kaldırılamaz. Ancak, kurumsal tasarım yoluyla şekillendirilebilir. Onların siyaset teorileri, tutkuları bastırmayı değil, bu kaçınılmaz insan davranışlarının kolektif düzeni sürdürecek ve akılcı işbirliğini mümkün kılacak şekilde yönlendirilmesini hedefler.


Spinoza, yurttaş katılımı yoluyla aklın geliştirilmesine vurgu yaparken, Montesquieu, kuvvetler ayrılığı aracılığıyla yapısal bir denge önerir. Bu görüşler önceki yazılarımda ele alınmıştır:



Bu makalede, Hobbes ve Machiavelli’nin aynı soruna getirdikleri alternatif yaklaşımlara odaklanacağım.


Hobbes: Korku ve Egemenlik Yoluyla Düzen


Thomas Hobbes, Leviathan (1651) adlı eserinde insan doğasına dair karamsar bir tablo çizer. O’na göre, insanlar korku, arzu ve kendini koruma içgüdüsüyle hareket eder. Bu koşullar altında bırakıldıklarında, bireyler kaçınılmaz olarak çatışmaya girerler ve bu durum "herkesin herkese karşı savaşı"na (bellum omnium contra omnes) yol açar.


Hobbes, Leviathan’da şöyle yazar: “...insan doğasında üç temel kavga nedeni buluruz: rekabet, güvensizlik ve şan arzusu. Birincisi insanları kazanç için saldırmaya sevk eder. İkincisi, güvenlik için. Üçüncüsü ise, itibar için. ...ve en kötüsü de sürekli korku ve şiddetli bir ölüm tehlikesidir. İnsan hayatı yalnız, yoksul, iğrenç, vahşi ve kısa olur.”

Hobbes, aklı ahlaki ya da normatif bir yeti olarak kavramaz. Onu yalnızca “araçsal bir kapasite” olarak ele alır. Diğer bir ifadeyle, kişinin kendini koruması için gerekli araçları hesaplama yetisi olarak. Ortak bir otoritenin bulunmadığı doğal durumda, bireyler korku, arzu ve güvensizlik tarafından yönetilir. Bu bağlamda aklın tek işlevi, Hobbes’un tanımladığı bellum omnium contra omnes (herkesin herkese karşı savaşı) durumundan kaçılması gerektiğini kavramaktır.


Söz konusu anarşi hâlinden kurtulmak için Hobbes, “toplum sözleşmesi”ni önerir. Bu sözleşmeyle bireyler, her şeye ilişkin doğal haklarından feragat eder ve mutlak güce sahip bir egemeni yetkilendirirler. Bu egemen, ister bir monark, ister bir aristokrat, isterse bir meclis olsun, mutlaka “bölünemez, geri alınamaz ve mutlak” olmalıdır. Zira, otoritenin herhangi bir biçimde bölünmesi, iç savaşa davettir.


Hobbes’un sisteminde egemenlik, demokratik bir ideal olan rızaya dayalı olarak değil, zorunluluğa dayalı olarak meşrulaştırılır. İstikrarsız tutkularla dolu bir dünyada güvenlik ve barışın sağlanmasının yegâne yolu budur.


Siyasal düzen, erdem ya da ahlaki karakterin geliştirilmesi üzerine değil, “korku ve zor” üzerine inşa edilir. Hobbesçu siyasetin amacı insanları daha iyi hâle getirmek değil, birbirlerini yok etmelerini engellemektir. Bu bakış açısında özgürlük yeniden tanımlanır. Artık özgürlük, klasik anlamda kolektif öz-yönetime katılmak değil, istikrarlı ve uygulanan bir hukuk düzenine boyun eğmenin sağladığı güvenliktir.


Hobbes’un ifadesiyle: “Tebaanın özgürlüğü, ancak egemenin onların davranışlarını düzenlerken ihmal ettiği şeylerde yatar.” Bu nedenle özgürlük, “yasanın sınırları içinde” vardır, yasaya karşı gelmekte değil. İtaat, kölelik değil, hayatta kalmanın önkoşuludur.


Hobbes, bireylerin bir toplumsal sözleşmeye girdikten sonra tüm haklarını (yaşam hakkı hariç) geri alınamaz biçimde egemen güce devrettiklerini savunur. Bu güç mutlak olmalı, sorgulanmamalı ve halk tarafından gözden geçirilememelidir. Aksi hâlde iç çatışma yeniden başlayacaktır.


Hobbes, Leviathan’da açıkça şunu söyler: “Egemenin eylemleri adaletsiz olamaz. Çünkü, iyi ile kötü onun yargısıyla tanımlanır.” Bu görüş, otoritenin yönetilenlerin sürekli rızasından türediği ve yöneticilerin halka karşı sorumlu olduğu demokratik ideallerle doğrudan çelişir.


Hobbes, egemenin bir meclis olabileceğini (“halkın yönetimi” olarak adlandırdığı bir biçimi) kabul etse de, bu katılımcı demokrasiyi ima etmez. Meclis bir kez kurulduğunda, aldığı kararlar bağlayıcı ve kalıcıdır. Yurttaşların bu kararlara itiraz etme veya onları değiştirme hakkı yoktur. Temsil burada istişari değil, yasaldır. Yetkinin paylaşımı değil, devridir söz konusu olan.


Leviathan’da bir başka yerde şöyle yazar: “Bir kişide birleşen bu çokluk, ortak bir varlık, bir cemiyet, olarak adlandırılır. İşte bu, o büyük Leviathan’ın doğuşudur.”


John Locke veya Spinoza gibi daha sonraki düşünürlerin aksine Hobbes, egemene karşı isyan etme hakkını kesin biçimde reddeder. Hatta, kötü yönetim durumlarında bile. Bu da O’nun modelini, genellikle siyasi itiraz veya reform hakkını tanıyan demokrasi anlayışından uzaklaştırır.


Hobbes, özgürlük kavramını kolektif öz-yönetim olarak değil, “yasanın izin verdiği alan içinde dışsal kısıtlamalardan azade olma” biçiminde yeniden tanımlar. Bu, “negatif özgürlük” anlayışıdır ve Rousseau ya da Montesquieu gibi demokratik teorisyenlerin benimsediği “pozitif özgürlük” anlayışıyla çelişir. Zira, onlar için özgürlük, siyasal katılım yoluyla gerçekleştirilir.


Hobbes’un siyasal sistemi “mutlakiyetçidir”. Amacı, istikrarsızlığı bastırmaktır, yurttaş katılımını teşvik etmek değil. Her ne kadar bir “temsili yönetim biçimine” izin verse de, bu sistem ruhu ya da içeriği bakımından demokratik değildir. Hobbes’un önceliği “katılım yoluyla özgürlük” değil, “zorlama yoluyla güvenliktir.”


Hobbesçi Düşünceyi Yansıtan Güncel Örnekler


Thomas Hobbes’un siyasal fikirlerini, özellikle iç çatışmaları bastırarak düzeni sağlamak için güçlü, merkezi ve mutlak bir otorite vizyonunu en çok andıran ülke, muhtemelen bir “otoriter ya da otokratik rejim” olacaktır. Hiçbir modern devlet Hobbes’un Leviathan’ını tam anlamıyla somutlaştırmasa da, bazı ülkeler O’nun temel ilkeleriyle örtüşen özellikler sergilemektedir.


  • Egemen Güç: Kim hanedanının tartışılmaz ve mutlak otoritesi, Hobbes’un “bölünemez ve mutlak egemen” fikrini yansıtır.

  • Muhalefetin Bastırılması: Siyasal muhalefet acımasızca cezalandırılır. Bu, Hobbes’un çatışmalara yol açan tutkuların bastırılması gerektiği düşüncesiyle örtüşür.

  • Devlet Her Şeyin Üstündedir: Bireysel özgürlük neredeyse yoktur. Güvenlik, tam bir boyun eğme karşılığında sağlanır ki bu, Hobbesçu bir mantığa oldukça yakındır.


  • Yasal Akılcılıkla Birleşen Otoriter Kontrol: Çin Komünist Partisi’nin, özellikle Xi Jinping dönemindeki yönetimi, kamusal yaşam üzerinde sıkı bir denetimi sürdürürken toplumsal istikrarı ve kolektif iyiliği vurgular.

  • Gözetim ve Bastırma: Sosyal kredi sistemi, sansür ve devlet güvenliği politikaları, Hobbes’un tutkuların denetlenmesi ve düzenin sağlanması gerektiği düşüncesini yansıtır.

  • Yönetim: Çin’in yönetim biçimi teknokratik ve ekonomik performansa dayalıdır. Bu, Hobbes’un egemenliği yalnızca bastırmaya indirgediği daha dar anlayışını aşan bir yönü temsil eder.


  • Güçlü Adam Yönetimi: Vladimir Putin’in iktidarı merkezileştirmesi, muhalefeti bastırması ve otoriteyi tek elde toplaması, Hobbes’un “bölünmüş iktidar kaos üretir” uyarısını çağrıştırır.

  • Özgürlük Yerine Güvenlik: Kişisel özgürlükler pahasına da olsa istikrar ve ulusal birliğe verilen önem, Hobbesçu mantıkla örtüşür.


Günümüze ait bazı örneklerle Hobbes’un siyasi önerileri arasında bazı paralelliklere dikkat çektikten sonra, önemli bir uyarının altı çizilmelidir. Hobbes, “salt bir zorbalığın savunucusu değildi”. O’nun ideal egemeni, “halkı sömürmek için değil,” “barışı sağlamak için” tasarlanmıştı.


Hobbes, “anarşinin dehşetine” ve İngiliz İç Savaşı’nın yıkımına karşı bir tepki veriyordu. Baskıyı bir ideal olarak önermiyordu. Bu nedenle, şiddeti veya yolsuzluğu yalnızca kendi çıkarı için kullanan rejimler, Hobbes’un yapısına benzese bile, O’nun niyetinden saparlar. Egemenliğin meşruiyeti, ancak “barış ve düzen sağlama iddiasıyla” sürdürülebilir olmalıdır.


Machiavelli: Hırsı ve Çatışmayı Yönetmek


Niccolò Machiavelli, özellikle Prens (1532) ve Livy Üzerine Söylevler (1531) adlı eserlerinde, farklı bir tablo çizer. O da insanların çıkarcı, hırslı ve çoğu zaman aldatıcı olduğunu kabul eder. Ancak Hobbes’un aksine, Machiavelli bu özelliklerin tamamen bastırılması gerektiğini düşünmez. Aksine, onları kaçınılmaz ve doğru şekilde yönetildiğinde üretken olarak görür.

Machiavelli, Livy Üzerine Söylevler adlı eserinde, klasik siyaset düşüncesindeki “uyum idealinden” radikal bir kopuş sunar. Grandi (asil sınıf) ile popolo (halk) arasındaki gerilimi, iyileştirilmesi gereken bir hastalık olarak değil, doğru şekilde yönetildiğinde cumhuriyetin sağlığını sürdüren yapısal bir özellik olarak görür.


Machiavelli şöyle yazar: “Asillerle halk arasında çıkan kargaşaları kınayanların, aslında Roma’nın özgürlüğünü korumasının başlıca nedenlerini suçladıkları görülür”. Bu ifade, Aristoteles’in teleolojik siyaset anlayışının doğrudan tersidir. Aristoteles’e göre polis, “uyum (homonoia)” hedefler. Hobbes’a göre ise barış, çatışmanın yokluğu demektir.


Machiavelli’ye göre özgürlük (libertà), “toplumsal çatışmanın bastırılmasıyla” değil, onun “kurumsallaştırılmasıyla” sağlanır. Cumhuriyetçi özgürlük, sınıflar arası çıkar çatışmalarının yasal sınırlar içinde ifade bulmasına olanak tanıyan siyasi yapılarla korunur. Örneğin, Roma’daki “Tribunluk” kurumu, halkın (plebler) patrici aristokrasisinin aşırılıklarına karşı anayasal bir direnç mekanizması olarak kurulmuştur.


Cumhuriyeti istikrarsızlaştırmaktan çok, tribünler “Roma özgürlüğünün koruyucularıydı,” der Machiavelli. Bu model, insan doğasının özünde hırslı, çıkarcı ve rekabetçi olduğunu varsayar—ki bu Hobbes ile paylaşılan bir görüştür—ancak normatif sonuçları birbirine tamamen zıttır.


Hobbes, düzenlenmemiş rekabeti yıkıcı bir iç savaşın habercisi olarak görür ve bunun bastırılması için mutlak egemenliğe ihtiyaç duyulduğunu savunur. Oysa Machiavelli, çatışmayı yurttaşlık erdemini yeniden canlandıran ve iktidarı dengeleyen temel bir güç olarak değerlendirir.


Machiavelli düşüncesinde “virtù”, klasik ya da Hıristiyan anlamda ahlaki bir erdemi değil, özellikle yöneticilerin kaderi (fortuna) şekillendirebilmesini ve iktidarı sürdürebilmesini sağlayan güç, kararlılık ve uyum sağlama becerilerini ifade eder. Prens ve Livy Üzerine Söylevler’de virtù, siyasi cesaret, stratejik öngörü, yurttaşlık sorumluluğu ve istikrarsız koşullarda etkili hareket edebilme yeteneğini kapsar.


Geleneksel ahlakla sınırlı olmayan bir lider, gerektiğinde zor kullanmayı, aldatmayı ya da hatta zalimliği devletin korunması için bir araç olarak kullanmayı bilmelidir. Machiavelli’ye göre virtù, insanların siyasi hayatın öngörülemezliğine düzen dayatabildikleri yaratıcı güçtür.


Machiavelli, Prens’te şöyle yazar: “Kaderin eylemlerimizin yarısının hakimi olduğunu, ama yine de diğer yarısını ya da biraz daha azını yönlendirme yetisinin bize bırakıldığını kabul ediyorum”. Bu nedenle, virtù esas olarak “zorunluluk üzerindeki ustalıktır”. Değişen koşullara etkili şekilde yanıt verirken özgürlüğü ve siyasi istikrarı koruyabilme yeteneğidir.


“Daha fazla eşitliğin olduğu bir cumhuriyet daha istikrarlıdır. Ancak, eşitsizlik sürdüğünde, onun tiranlığa dönüşmesini yalnızca çatışma engelleyebilir” ifadesini Söylevler boyunca ima eder.


Livy Üzerine Söylevler’de Machiavelli, “eşitsiz gücün sosyal ve siyasal sonuçlarını” vurgular. Bu, kuşkusuz servet eşitsizliklerini de kapsar. Ancak, “Rousseau ya da Marx gibi sonraki düşünürlerin kullandığı biçimde yapılandırılmış ya da sistematik bir ekonomik anlamda” değildir.


Machiavelli “sınıf ayrımlarını” açıkça dile getirir. Özellikle, grandi (soylular) ile popolo (halk) arasındaki farklara odaklanır. Halkı temsil etmek ve aristokratik tahakküme direnmek amacıyla “tribün” kurumunun oluşturulmasını över ve siyasi eşitsizliğe karşı duyarlılığını şöyle ifade eder: “Güçlülerin ihtirası öylesine büyüktür ve egemenlik arzuları öylesine doyumsuzdur ki, her şeyi kendilerine tabi kılmadıkça durmazlar.”


Machiavelli ekonomik analiz açısından sistematik bir çerçeve sunmaz. Fakat, eserlerinde “servet ve mülk” sıklıkla “iktidar”la ilişkilidir. Grandi’yi çoğu zaman açgözlülükle ve ayrıcalıkları koruma isteğiyle özdeşleştirirken, popolo’yu özgürlük ve güvenlik arayışıyla tanımlar.


Söylevler’de şöyle yazar: “Bir devleti zengin yapan altın ya da gümüş değil, alçakgönüllü ve çalışkan bir yaşam süren yurttaşların sayısıdır.” Bu ifade, “ekonomik ölçülülüğün ve geniş katılımlı bir ekonomik yapının” cumhuriyet sağlığına katkıda bulunduğunu ima eder. Bu nedenle, aşırı ekonomik eşitsizlik, tahakküme zemin hazırlayarak özgürlüğü zayıflatır.


Machiavelli’nin çerçevesi “temelde siyasaldır”. Ancak, “ekonomik eşitsizliği dolaylı biçimde içerir”. Zira, bu tür eşitsizlikler güç dengesizliklerini pekiştirir. Machiavelli “servet dağılımının yeniden düzenlenmesini” savunmaz. Fakat, her türlü denetimsiz eşitsizliğin cumhuriyetçi özgürlüğü tehdit ettiğini ve tiranlığı davet ettiğini açıkça ifade eder.


Quentin Skinner’ın da ayrıntılı şekilde ortaya koyduğu gibi, Machiavelli’nin özgürlük kuramı “neo-Roma” kökenlidir. Özgürlük, liberal anlamda “müdahale olmaması” değil, hiçbir birey ya da sınıfın iktidarı tekelinde bulundurmadığı “tahakkümsüzlük” durumudur.


Machiavelli’nin normatif hedefi “uyum” değil, “hareketliliktir”. Cumhuriyet kurumları, çatışmayı meşru yollardan yönlendirecek biçimde tasarlanmalıdır. Meclisler, veto yetkileri ve yargıçlar üzerindeki denetimler gibi hukuki düzenekler aracılığıyla sınıfsal rekabet üretken bir sürece dönüştürülmelidir. Bunlar salt istikrar sağlamak için değil, res publica içinde katılımcı bir denge kurmak için araçlardır. Bu anlamda, Machiavelli’nin siyasal antropolojisi “agonistiktir” ve sosyal sözleşme düşünürlerinden (Thomas Hobbes, John Locke, Jean-Jacques Rousseau, Immanuel Kant vb.) çok Chantal Mouffe gibi daha sonraki kuramcılara yakındır. O, anlaşmazlığı yapıcı olarak görür. Yeter ki bu çatışma şiddetle değil kurumsal yapılarla yönetilsin.


Hobbes’un aksine—ki Hobbes politik güdünün temelini ölüm korkusunda bulur ve tüm ihtirasların egemen güç yoluyla bastırılmasını ister—Machiavelli korkunun farklı yönlere politik olarak seferber edilebileceğine inanır. Tiranlığa doğru da, toplumsal uyanıklık ve yurttaşlık bağlılığına da yöneltilebilir. Machiavelli’ye göre özgürlüğü garanti eden şey korkunun bastırılması değil, hiçbir grubun tek başına egemenlik kuramayacağı çatışmacı kurumların geliştirilmesidir. Özgürlük, Machiavelli’ye göre, durağanlıkta değil, mücadelede doğar.


Dört Farklı İnsan Doğası ve Siyasi Tasarım Görüşü


Aşağıdaki tablo, önceki yazılarımla beraber ele aldığım dört düşünürün (Spinoza, Hobbes, Machiavelli ve Montesquieu) insan doğası hakkındaki görüşlerini, aklın işlevine dair yaklaşımlarını ve önerdikleri siyasal mekanizmaları üç temel boyutta karşılaştırarak özetlemektedir.

Filozof

İnsan Doğası Görüşü

Aklın Rolü

Siyasal Mekanizma

Spinoza

Tutkulu ama geliştirilebilir

Topluca geliştirilir

Katılımcı demokrasi, yurttaş eğitimi

Hobbes

Korkak, kendini korumaya yönelik

Sadece araçsal

Mutlak egemenlik

Machiavelli

Hırslı, aldatıcı

Pragmatik

Kurumsallaşmış çatışma, cumhuriyetçilik

Montesquieu

Değişken, toplumsal, sınırlı

Yapısal olarak dengelenmiş

Kuvvetler ayrılığı, yurttaşlık erdemi

Bu tablo, her bir düşünürün insan doğasına dair varsayımlarının, savundukları siyasal düzen tasarımıyla nasıl doğrudan bağlantılı olduğunu göstermektedir. Hobbes, düzenin ancak korkuyla sağlanabileceğini düşünürken, Spinoza, ortak akıl yoluyla özgürlükçü bir düzenin mümkün olduğunu savunur. Machiavelli, çatışmayı yapısallaştırırken, Montesquieu dengeyi kurumlar aracılığıyla sağlar. Bu yaklaşımlar, günümüzde özgürlük, güç ve kurumsal dayanıklılık tartışmalarını hâlâ etkilemektedir.


Her filozof, kusurlu insan doğasından nasıl bir düzen inşa edilebileceği sorusuna farklı şekillerde yanıt verir:


Hobbes, korkuyla başlar ve egemenlikle son bulur. O’nun devleti, kaosa yol açan tutkuları bastırır.


Machiaveli, hırsla başlar ve bunu yurttaş özgürlüğüne yönlendirecek bir sistem tasarlar.

Spinoza, aklın ve işbirliğinin demokratik katılım yoluyla geliştirilebileceğini öne sürer.


Montesquieu ise, tutkulara ve kişisel çıkarlara bakar ama onların egemen olmasını önlemek için denge ve denetim mekanizmaları önerir.


Farklılıklarına rağmen hepsi, kalıcı siyasal kurumların insan erdemine dayanamayacağı konusunda hemfikirdir. Hobbes’ta olduğu gibi tutkular bastırılmalı, Montesquieu ve

Machiavelli’de olduğu gibi yapılandırılmalı ya da Spinoza’da olduğu gibi dönüştürülmelidir.


Sonuç


İnsan doğası, tali bir mesele değildir. Siyasal tasarımın temel taşıdır. Hobbes ve

Machiavelli insanlığa dair daha karamsar görüşler sunar. Ancak, kurumsal çözümleri birbirinden büyük ölçüde farklıdır. Hobbes bastırırken, Machiavelli yönlendirir. Spinoza ve Montesquieu ile birlikte, şu soruya erken modern dönemde verilen dört farklı yanıtı temsil ederler: Kusurlu bir temelden nasıl siyasal düzen kurulabilir?


Bu fikirler, günümüzde demokrasinin dayanıklılığı, devletin meşruiyeti ve kurumsal tasarım konularında karşılaştığımız sorunlarla yüzleşirken hâlâ vazgeçilmezdir.


Bir sonraki yazı, bu düşünürlerin hangi siyasi, ekonomik ve sosyal ortamlarda fikirlerini oluşturduklarına odaklanacaktır. Zira, anakronizm kavramının anlattığı hataya düşmemek gerekir.

1 Yorum


Misafir
17 Tem

Toplumun herşeyden önce “ bir toplum “ olması gerekli sahici bir toplum olmaktan uzaklaşanlarda siyasal düzen kurulabilir mi ? Emeklerinize sağlık.❤️

Beğen

© 2025 by Arda Tunca

bottom of page