top of page

Kültürel Bir Vaadin Hayal Kırıklığı

Güncelleme tarihi: 5 Tem

Bir zamanlar Türkiye’nin geleceğine inanıyordum. Bu inanç, ne sloganların romantizminden, ne de kahramanlık kültlerinin hayallerinden geliyordu. Çocukluk ve gençlik yıllarının umudu idi kaynağım.


1980’lerde, bir çocuk ve genç olarak, 1980 askeri darbesi sonrasında toparlanmaya çalışan bir ülkenin atmosferini yaşadım. O dönemde yaşananları tam olarak anlayamasam da o günlerin havası yaşamımda derin izler bıraktı. 1990’larla birlikte yaşadığım olgunlaşma Türkiye’nin siyasi ve kültürel rotasını daha eleştirel biçimde düşünmeme neden oldu.


Türkiye’nin farklı kültürlerin, dinlerin, dillerin, tarihlerin, ekonomik modellerin ve siyasi sistemlerin kesişim noktasında yer alması, iyi eğitimli, entelektüel olarak güçlü ve açık fikirli bir toplumun var edilmesi gerektirdiğini düşündürüyordu bana.


Bu coğrafyada yaşayan ve burada var olmanın anlamı üzerine düşünen insanlar, çok yönlü düşünmenin ve yaşamanın ne kadar önemli olduğunu anlayabilmeliydi. Kültürel zenginlik yalnızca coğrafyadan doğmaz. Entelektüel çeşitlilikle birleştiğinde anlam kazanır. Doğuştan da gelmez. Zamanla inşa edilir ve nesilden nesile aktarımı Türkiye gibi bir ülke için çok önemliydi.


Doğu ile Batı’yı anlamlı bir şekilde bir arada kavrayabilme yetisi, Türkiye’nin uluslararası alanda barışçıl bir şekilde yükselmesini sağlayabilirdi. Ancak Türkiye, bunun tersini yaptı.


Düşüncelerimde hiçbir milliyetçi vurgu yoktur. Bir kişi kendini yurtsever olarak tanımlayabilir. Yurtseverlik, insanın içine doğduğu kültürle arasındaki duygusal bağdır.


Bunun ötesine geçen düşünceler kişiyi ve yaşadığı ortamı demokratik anlayıştan uzaklaştırır.


Türkiye, tarihsel olarak zengin ve miras alınmış kültürel temelleri üzerine başka kültürlerden beslenebilmeli ve öğrenebilmeliydi. Türkiye, Hattiler, Hititler, Frigler, Lidyalılar, Yunanlar, Persler, Makedonlar, Romalılar, Selçuklular, Osmanlılar, Ermeniler, Süryaniler, Kürtler, Yahudiler, Hristiyanlar ve daha birçok topluluğun kültürel mirası üzerinde oturan bir ülkedir. Bu miras, dünyaya açıklık ve barışla yaklaşmak için doğal bir davet değil miydi?


Kamusal alanın entelektüel kalitesi 1980’lerden sonra sert ve süratle zayıfladı. Siyaset, toplumun düşüşünde baş rolü oynadı. İdeolojilerinden bağımsız olarak hükümetler demokratik kurumların içini boşaltarak, muhalefeti bastırarak, yargıyı, medyayı ve eğitim sistemini siyasi çıkarlar uğruna araçsallaştırarak bu erozyonu derinleştirdi. Türkiye, artık kendi potansiyelini hayata geçirmek bir yana, sosyal, demografik, siyasi ve demokratik düzlemde kendini yönetemez hale geldi.


Akıl, yerini zorbalığa bıraktı. Baskıcı bir güç ve hoyrat bir kültür, toplumun ana dili haline geldi. Yıllar içerisinde inancım sarsıldı. Kurumların içten içe çürüdüğüne, demokratik normların terk edildiğine ve halkın kurumlara, medyaya ve hukukun üstünlüğüne olan güveninin yerini siyasi manipülasyonların ve siyasi yalanların aldığına tanıklık ettim. Yaşananlar, olgunlaşma çağındaki genç bir gözlemci olarak duyduğum endişelerin zamanla doğruluğunu gösterdi. Haklı olmak istemezdim ama son on yıllardaki tarihsel gelişmeler beni haklı çıkardı.


Türkiye’nin toplumsal, siyasal ve ekonomik gidişatı memnuniyet değil, derin bir hüzün yaratıyor. Bu entelektüel ve duygusal deneyim, bir düşünürün, Thomas Mann’ın yolculuğunu hatırlatıyor.


19. yüzyılın sonunun imparatorluk ihtişamı içinde doğan Mann, Almanya’nın kültürel mirasına inanıyordu. Onun için Almanya, Goethe, Beethoven, Kant demekti. Erken dönem eserlerinde, örneğin Siyaset Dışı Bir Adamın Düşünceleri adlı kitabında, Batılı Zivilisation karşısında Alman Kultur’ünü idealleştirmişti. Ta ki 1933’e kadar. Goethe’nin dilini miras alan bir halk nasıl o günlere gelmişti?


Sürgünde, Almanca konuşmaktan vazgeçmeyerek radyodan Almanlara seslendi. “Ben neredeysem, Almanya oradadır” diyerek çökmüş vatanına manevi bir sahiplenme sundu.


Çaresizlik içinde şöyle yazmıştı: Ich hasse alles, was deutsch ist (“Alman olan her şeyden nefret ediyorum”). Ancak bu, bir terk etmenin değil, ihanete uğramışlığın nefretiydi. Mann, ülkesinin kültürel vaadine inanmıştı. Affedemediği şey, bu vaadin mite, şovenizme ve şiddete dönüşmesiydi.


Lotte Weimar’da, Mann, Goethe’nin gölgesini kullanarak Almanya’nın neye dönüştüğünü sorguladı. Gerçek yaşamların nasıl sembollere kurban edildiğini gösterdi. Doktor Faustus’ta tema daha da karardı. Almanya’nın ruhu, sanatsal büyüklük karşılığında şeytana satılmıştı.


Mann’ın anlatısını iliklerimde hissediyorum.


Mann’ın Almanyası gibi Türkiye de kendi mirasını hiçe saydı. İnsanlar, doğuştan gelen kimliklerinden isteseler de vazgeçemezler. Mann’ın kendi kimliğinden vazgeçmemesi gibi ben de kendi kimliğimden vazgeçmedim. Doğuştan bir bağ söz konusu.


Bu yazıyı bir fiziksel sürgünden değil, hayal kırıklığından doğan bir entelektüel sürgünden yazıyorum. Kimliğim, herhangi bir partinin, zümrenin değil, kültürel hafızanın ve eleştirinin kimliğidir. Bu, içinden çıktığım kültüre karşı bir sorumluluktur.


Mann gibi, ben de yazmaya, hatırlamaya ve başka bir geleceğin hâlâ mümkün olabileceğini savunmaya devam edeceğim. Şu an, yalnızca kelimelerde yaşıyor olsa bile.

1 Yorum


Önder
20 May

Her satırına katıldılım ve ifade etmek istediklerimi etkili bir şekilde sunduğunuz için sağolun. İradenize Emeğinize düşüncelerinize sağlık.

Beğen

© 2025 by Arda Tunca

bottom of page