top of page

Yapay Zekâ ve Ahlaka Kayıtsız Aydınlanma ile Neoklasik İktisat

Yaratıcı Yıkımdan Yıkıcı İnovasyona


Kapitalist sistem, yeni teknolojilerin mevcut sektörleri, işlevleri ve işleri ortadan kaldırırken eşzamanlı olarak yenilerini yarattığı dinamik bir sistemdir. Bu kapitalizm tanımlaması, Joseph Schumpeter’in yaratıcı yıkım kavramını anlatıyor. Schumpeter, kapitalizmin yinelenen yapısal bir özelliğini dikkat çekici bir kavramla tanımlamıştır.


Clayton Christensen’in yıkıcı yenilik teorisi Schumpeter’in odağını daraltmıştır. Ancak, önemli bir noktaya dikkat çekmektedir. Ekonomik sistemlerin büyük ölçekli yenilenmesi yerine, yeni gelenlerin, mevcut liderlerin uyum sağlamaya fırsat bulamadan daha ucuz, daha basit veya daha erişilebilir çözümlerle onları nasıl yerinden edebileceğini anlatmaktadır. Yıkıcı yenilik, fırsatlar açabilse de, sıklıkla mevcut endüstrileri yok eder ve yeni sektörlerde eşdeğer bir değer yaratılmadan boşluk bırakır. Günümüzde, Christensen’in yıkıcı yenilik teorisine örnek teşkil edecek çok sayıda firma hemen aklımıza gelebilir.


Yapay zekâ her iki çerçevenin de ortasında bir yerde duruyor. Schumpeter’in açıkladığı gibi, yapay zekâ eskiyen süreçleri ortadan kaldırıyor ve yapay zekâ destekli tedarik zinciri yönetimi, otonom sistemler ve veri merkezli hizmetler gibi yeni sektörleri ortaya çıkarıyor. Diğer yandan, Christensen’e uygun olarak, yapay zekâ içerik üretimi, çeviri, müşteri hizmetleri gibi bazı mevcut meslekleri sosyal ve düzenleyici sistemler uyum sağlama sürecine giremeden yok ediyor. Böylece, eski olanın çöküşü ile yeninin yükselişi arasında “yıkıcı bir gecikme süresi” ortaya çıkıyor.


Yaratıcı yıkım ve yıkıcı yenilik kavramlarına yaratıcı sentez kavramını da eklemeliyiz. Yaratıcı sentez, teknolojik değişimin sosyal, kültürel ve kurumsal uyumla birleşmesi süreci olarak tanımlanabilir. Yaratıcı sentezde eski olanın yıkımı boşluk bırakmaz. Yaratıcı sentez olmadan yapay zekâ, yaratıcı olmaktan çok yıkıcı olma riski taşır. Veriler, söz konusu yıkıcı sürece girildiğine dair bazı ipuçları veriyor.


“Yaratıcı sentez” ifadesi yenilik teorisinde yaygın olarak yerleşmiş olmasa da, dayandığı fikir birçok çalışmada göze çarpmaktadır. Teknolojik yeniliğin toplumsal uyumla bütünleştirilmesi fikri, Polanyi’nin 1944’te ileri sürdüğü piyasaların toplumsal dokuyla yeniden uyumlu hale getirilmesi gerektiği yönündeki argümanında ve Drucker’ın 1985’te anlattığı sorumlu yenilik vurgusuyla çok anlamlı hale gelmektedir.


Neoklasik İktisat ve Aydınlanma’nın Etiğe Kayıtsız Kalan Düşünürleri


19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında dünya, neoklasik iktisadın yükselişine tanıklık etti. Akademideki hâkimiyeti, matematiksel anlatımın adeta bir modaya dönüşmesi ve siyasi tercihlerle iktisatta ana akım hâline geldi.


Üniversiteler ve akademik nitelikli dergiler neoklasik modelleri iktisadın bilimsel standardı olarak benimsedi. Matematik, bireyleri rasyonel fayda-maksimizatörleri ve piyasaları kendi kendini düzenleyen sistemler olarak modellemek için kullanıldı. Neoklasik iktisadın serbest piyasalar, asgari devlet müdahalesi ve verimlilik vurgusu, sanayi ve finans elitlerinin çıkarlarıyla uyum sağladı.


Yukarıda özetlenen çerçeve piyasa mekanizması aracılığıyla, belirli bir toplumsal örgütlenme biçimini dayattı. İnsanlar, öncelikle tüketici ve üretici olarak tanımlandı. Toplumsal değer, fiyatlar ve kârlarla ölçülebilir hâle geldi. Piyasa dışı faaliyetler (bakım, eğitim, çevre koruma, v.b.) ekonominin bütünleyici parçaları olarak değerlendirilmedi. Söz konusu unsurlar, “dışsal” olarak kabul edildi.


Kendini değerlerden bağımsız, “pozitif” bir bilim olarak tanımlayan neoklasik iktisat, iskeletini oluşturan çerçevesinden etik muhakemeyi sistematik olarak dışladı. İktisat, bilimsel olarak politik niteliklerle doğmuştu ve ahlak felsefesi iktisadın ayrılmaz bir parçası idi. Bu noktadan kopuş, iktisadın adalet, hakkaniyet ve insan refahı gibi piyasa ölçütleriyle hesaplanamayan sorularını ve sorunlarını ele almakta yetersizleşti. Bu nedenle neoklasik iktisat, Aydınlanma düşüncesinin etik açıdan kayıtsız olan geleneğine yakın bir duruş ortaya koydu. Böylece, araçsal aklı ve piyasa verimliliğini ahlaki değerlerin ve kaygıların önüne koyan bir geleneğe dönüştü.


Neoklasik etkinin altında özgürlük, piyasa seçimi ile eşanlamlı hâle geldi. Siyasal özerklik ya da toplumsal eşitlik iktisadi denklemlerin ve modellerin içinde yer almadı. Bu kayma, piyasa “özgürlüğü”nün otoriter işyeri yapıları ile bir arada var olmasına, verimli piyasaların yan ürünü olarak eşitsizliğin normalleşmesine ve daha geniş bir sosyal alanın vatandaşlar yerine piyasaların ve teknokratların kontrolüne bırakılmasıyla sonuçlandı. Anlatmaya çalıştığım iktisadi anlayış ve düzen, vatandaşların demokratik karar alma mekanizmalarında daralan bir alana hapsolmasına izin verdi.


Aydınlanma’da ve Spinoza’nın felsefesinde “aklın yoluyla özgürleşme” ve “kolektif yönetime” dayalı bir özgürlük vizyonu olarak başlayan nüvenin kavramsal temelleri, neoklasik iktisadın son derece önemli ölçüdeki etkisi altında boşaldı. Tüketici egemenliği olarak baş tacı edilen piyasa özgürlüğü, yurttaşların siyasal ve etik özgürlüğünün yerini aldı. Böylece, demokrasinin özü aşındı. Etik, verimlilik ve büyüme arayışının gölgesinde kaldı.


Aydınlanma’nın hümanizmi, insan onuru, akıl ve evrensel haklara dayalıydı. Ancak, bu anlayışa yönelik eleştirileri de bilmek zorundayız. Postmodern eleştiri aklın evrenselliğini sorguladı. Aklın, sömürgecilik ve dışlayıcılıkla bağını anlattı. Piyasa odaklı eleştiri, insan potansiyelini verimlilik, etkinlik ve rekabet üzerinden yeniden tanımladı. Teknokratik eleştiri, siyasal tartışmayı algoritmik optimizasyonla değiştirdi ve yönetimi teknik bir sorun olarak ele aldı. Diğer bir ifadeyle, ahlaki ve toplumsal bir mesele olarak değil.


Hümanizmin temelleri eleştirilmiş olsa da, Aydınlanma düşüncesinin sadece tek felsefi eğilime dayanmadığını da anlamak zorundayız.


Bazı filozoflar, bilimsel bilginin genişlemesini etik ilkelere dayandırdılar. Onlara göre ahlaki sorumluluk aklın ayrılmaz bir parçasıydı. Immanuel Kant, insanın her zaman amaç olarak görülmesi ve hiçbir zaman yalnızca araç olarak kullanılmaması gerektiğinde ısrar etti. Böylece, etiği özgürlük anlayışının merkezine yerleştirdi. Baruch Spinoza, Etika’sında rasyonel özgürlüğü ortak iyilikle uyumlu yaşamaya bağladı ve bireylerin gelişiminin kolektifin gelişime bağlı olduğunu savundu.


Hümanist Aydınlanma içindeki etik temelli geleneklerle etik açıdan “kayıtsız kalan (ahlaksız değil)” gelenekleri ayırarak, Aydınlanma’nın insan medeniyeti üzerindeki başarılarını ve başarısızlıklarını daha iyi analiz edebiliriz. Böylece, etik açıdan kayıtsız olan Aydınlanma anlayışının neoklasik iktisadın piyasa merkezli aklının önünü nasıl açtığını daha sarih bir şekilde görebiliriz.


Tarihçi Jonathan Israel, Aydınlanma felsefesinin tek bir anlayışa dayanmadığını anlatmak için çok faydalı bir çerçeve sundu. Çok ciltli eserinde Israel (Radical Enlightenment, 2001; Enlightenment Contested, 2006; Democratic Enlightenment, 2011), Radikal Aydınlanma ile Ilımlı Aydınlanma arasında ayrım bir ayrım ortaya koydu. İlki, evrensel eşitlik, sekülarizm ve aklın ahlaki sorumluluktan ayrılmazlığını anlattı. İkincisi ise, Aydınlanma’nın dini otorite, aristokratik hiyerarşi ve imparatorluk gücüyle uzlaşma arayan yönünü ortaya koydu.


Israel’e göre Spinoza, Diderot ve Condorcet radikal geleneğin örnekleriydi. Bu düşünürler, bilimsel bilgi ile insan gelişimini etik ilkeler ve ortak iyilikten ayrılmaz gördüler. Buna karşılık, John Locke, Voltaire, Montesquieu, David Hume ve kısmen Jean-Jacques Rousseau gibi düşünürlerin temsil ettiği ılımlı gelenek, akıl ve reformu ilerletmiş ancak monarşiyi, aristokrat ayrıcalıkları ve dini otoriteyi ilerlemeyle uyumlu olarak kabul etmişlerdir. Bilimin ve bazı özgürlüklerin yayılmasına katkıda bulunsalar da, bu düşünürler evrensel eşitlik ve seküler etik konusunda ilk geleneğe ait olanlar kadar vurgu yapmadılar. Diğer bir ifadeyle, etik değerlere kayıtsız bir tutum sergilediler. Bu da Aydınlanma düşüncesine, sonradan neoklasik iktisatta ifadesini bulacak olan araçsal, piyasa merkezli aklın “kabul edilebilir” olduğu bir dünya ile uyumlu idi.


Neoklasik iktisadın egemenliği ile hümanizm anlayışından güç almış Aydınlanma’nın aşınan ya da “tercih edilen” değerleri birbirleriyle bağlantılıdır. Her ikisi de ölçülebilir piyasa çıktıları lehine insan yaşamının ölçülemeyen boyutlarını geri plana iter. Her ikisi de değerli kabul edilen kavramların daraltılmasına ya da içlerinin boşaltılmasına katkıda sunmuşlardır. Böylece, piyasa dışı değerler ve insan ihtiyaçlarının çoğu siyaseten ve iktisaden arka plana itilmiş ve tarihsel süreçte adeta görünmez hâle gelmiştir.


İnovasyon Zorunluluğu


Bugün, bir şirketin piyasada hayatta kalması, sürekli yenilik yapabilme kapasitesine bağlıdır. Ürün yaşam döngüleri muazzam olarak nitelenebilecek ölçüde kısalmıştır. Küreselleşme ve yapay zekâ destekli otomasyonla rekabet baskısı yoğunlaşmıştır. Bir teknolojik bir sıçrama kaydetmesi, tüm iş modellerini hızla ortadan kaldırabilmektedir.


Böyle bir ortamda yenilik bir seçenek değil, zorunluluktur. Bu kesintisiz baskı, “yıkıcı yeniliğin” toplumların uyum sağlama kapasitesini aşma durumunu ortaya çıkarmaktadır. Diğer bir ifadeyle, yukarıda ifade edilen “yıkıcı bir gecikme süresini” ortaya çıkarmaktadır. Kurumsal ve kültürel uyumsuzluklar, yıkım aşamasının süresini ve derinliğini artıracaktır. Böylece, “yaratıcı aşama” gecikecektir.


Yapay zekâ aynı anda Schumpeter tarzı bir yenilenme ve Christensen tarzı bir yıkıcılık yaratacaksa şu soruyu sormak gerekir: Yapay zekânın uzun vadeli etkisi esasen yıkıcı mı olacak? Yoksa, hem ekonomiyi, hem toplumu yenileyen bir yaratıcı sentezi mi harekete geçirecek?


Yanıt, insanlığın neoklasik iktisadın tekelini sonlandırabilme kapasitesine ve politika yapımına Aydınlanma’nın etik değerlerle temellenmiş bir anlayışın eşlik edip edemeyeceğine bağlıdır. Özgürlük, sadece ürünler arasında seçim yapma kapasitesi değildir. İnsanlığın, geleceği kolektif olarak  şekillendirme kapasitesi anlamına gelmelidir.


Yapay zekâ, eşitsizliği artırma, demokrasiyi zayıflatma ve insanları tercih etmedikleri bir inovasyon yarışında ekonomik birimlere indirgeme noktasındadır.


Neoklasik iktisat her ne kadar özgürlük ve demokrasinin ilkelerine bağlı olduğunu iddia etse de, uygulamada demokrasiyi aşındırmış ve kendini Aydınlanma düşüncesinin etik açıdan kayıtsız düşünürleriyle özdeşleştirmiştir. Bu koşullar altında, bugün tiranların yükselişi sürpriz değildir. Zira, demokratik normların hakim iktisadi görüş çerçevesinde aşınması, otoriterliğe gayet yumuşak ve kollayıcı bir zemin hazırlamıştır.

Yorumlar


© 2025 by Arda Tunca

bottom of page