top of page

Sanayisizleşme Süreci: Tarihsel Bir Analiz

Tarifelerin Arkasındaki Neden: Sanayi İstihdamı Nostaljisi başlıklı bir makale yazdım. Makele, içinde bulunduğum ekonomi çevrelerinde değerli tartışmalara yol açtı. Bu yazının başında hemen belirtmeliyim ki, bir önceki yazımda ekonomilerin doğal gelişim aşamalarını vurguladım ve ülkelerin sanayi yeteneklerinin stratejik önemini göz ardı eden yaklaşımlarım olmadı. Bu duruşu bu yazıyla detaylandıralım.


Sanayisizleşmenin tanımıyla başlayalım. Sanayisizleşme, bir ekonomide imalat sektörünün gerilemesini ifade eder. Bu gerileme, hem üretim açısından (imalatın toplam değer olarak ürettiği çıktı), hem de istihdam açısından (bu sektörde çalışan insan sayısı) ölçülür.


Bu noktada, “mutlak” ve “göreli” gerilemeler arasındaki ayrımın analizleri doğru yapabilmek için çok büyük önemi bulunuyor.


Mutlak gerileme, imalat çıktısında ya da istihdamda “fiili bir düşüş” anlamına gelir. Göreli gerileme ise, imalatın toplam ekonomi içindeki “payının azalmasını” ifade eder. Bu azalma, mutlak büyüklük “sabit kalsa ya da artsa bile” meydana gelebilir. Bu ayrımın kritik önemi var. ABD gibi büyüyen bir ekonomide, imalat sektörü göreli olarak küçülebilir ama mutlak katkısını koruyabilir ya da artırabilir.


Sanayisizleşmenin bir diğer boyutu ise dış ticarette rekabettir. Bu, genellikle bir ülkenin sanayi malları ihracatının küresel pazardaki payı ile ölçülür. Bu payın düşmesi, yurtiçinde üretilen mallara yönelik dış talebin azaldığını ve/veya ülkenin diğer üreticilere karşı rekabet avantajını yitirdiğini gösterir.


Son birkaç on yıllda sanayisizleşme, küreselleşmeyle yakından bağlantılı olarak ortaya çıktı. Ancak, bugün artık küreselleşme döneminde değiliz. Dünya ekonomisi bir bloklaşma sürecine girdi. Bu, jeopolitik dinamiklerin ve değişen uluslararası stratejik yeniden konumlanmanın bir yansıması olarak karşımıza çıkıyor.


Bu dönüşümün merkezinde, ABD ile Çin arasındaki küresel hegemonya mücadelesi yer alıyor. Bu mücadele, küresel değer zincirlerini ve sanayi yapılarını yeniden şekillendiriyor.


Korumacılık, sanayi politikaları ve bölgeselcilik ön plana çıkmış durumda. Bu değişim, devletlerin ve bölgesel blokların ekonomilerini yönetme biçimlerinde ideolojik bir yeniden pozisyonlanmayı temsil ediyor.


Altı özellikle çizilmesi gereken bir nokta bulunuyor: küreselleşme süreci bitti ama hâlâ küreselleşmiş bir dünyada yaşıyoruz. Küreselleşmeden kopuş, tam anlamıyla bir geri çekilme değil, jeopolitik rekabetin yön verdiği bir ideolojik yeniden yapılanma manzarası sunuyor.


ABD, Trump yönetimi altında stratejik tercihler doğrultusunda yeniden sanayileşme ve korumacı politikaları izlemeye başladı. Süreç, Trump’ın ilk başkanlık döneminde başladı.


Yazının detaylarına girmeden önce kişisel tutumumu açıkça belirtmeliyim. Şahsıma ait düşünce ve ideoloji, demokrasiyle uyumlu, eşitlikçi ve çevresel sürdürülebilirliği gözeten ekonomi politikalarına olan güçlü bir bağlılığa dayanmaktadır. Bu yazıda ve bir önceki yazımda belirli ideolojileri savunmuyorum ya da çürütmeye çalışmıyorum. Amacım, olguları yansıtmaktır.


Önceki makaleme bazı okurlardan, sanayinin önemini vurgulayan yorumlar geldi. Buna tamamen katılıyorum ve sanayinin önemsiz olduğunu hiçbir zaman iddia etmediğimi net biçimde ifade etmek isterim. Amacım, sanayinin rolünü küçümsemek değil, küresel ekonomideki daha geniş yapısal dönüşümleri vurgulamaktır. Sanayi, sadece ürettiği mallarla değil, emek piyasalarını, teknolojik gelişmeleri ve jeopolitik gücü şekillendirme biçimiyle de son derece önemlidir.


Bugün geldiğimiz noktayı anlamak için, 1997 yılına geri dönelim. O yıl, Uluslararası Para Fonu (IMF), sanayisizleşmeye ilişkin kısa ama önemli bir rapor yayımladı. Bu raporun içeriği, küreselleşmenin o dönem nasıl algılandığına ve yazıda belirtilen beklentilerin bugün yaşananlarla nasıl kıyaslandığına dair değerli bir bakış açısı sunuyor.


IMF politikalarının savunucusu olmasam da, kurumun istatistiksel veriler açısından önemli bir kaynak olduğunu düşünüyorum. 1997 tarihli bu raporu yalnızca ampirik içeriğiyle ilişki kurmak için kullanıyorum. Raporla ilgili odak noktam raporun ideolojik ya da politik duruşu ile ilgili değildir.


Bir Kalkınma Özelliği Olarak Sanayisizleşme


1997 yılında IMF, Sanayisizleşme: Nedenleri ve Sonuçları başlıklı kısa bir analiz yayımladı. Analiz, IMF’nin “Economic Issues” serisi kapsamında hazırlandı ve başta Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa, Japonya ve Doğu Asya Kaplanları olmak üzere gelişmiş ekonomilerde gözlenen imalat istihdamındaki keskin düşüşü açıklamayı amaçlıyordu. Raporda, sanayisizleşme bir kriz olarak değil, ekonomik evrimin doğal bir aşaması olarak sunuluyordu.


Sanayisizleşme, özellikle 1997 öncesindeki yıllarda, göreli verimlilik artışı tarafından yönlendirilmişti. İmalat sektörü daha verimli hale gelmişti. Daha az işçiyle daha fazla üretim yapılabilme süreci işlemekteydi. Buna karşılık, hizmet sektörü daha düşük verimlilik artışlarına sahipti ve genişleyen işgücünü emen bir sektör haline gelmişti. Raporda bu dönüşümün, sanayi politikalarının başarısızlığı değil, ekonomik olgunluğun bir işareti olarak görülmesi gerektiği vurgulanıyordu. Bu değerlendirmeye katılıyorum.


Tüketim kalıplarındaki değişim sanayisizleşme sürecinde önemli bir rol oynamaktadır. Ülkelerin gelirleri arttıkça, bireyler gelirlerinin daha düşük bir yüzdesini imalat ürünlerine harcamaya, daha fazlasını ise eğitim, sağlık ve boş zaman faaliyetlerine yönlendirmeye başlarlar. Hizmetlere doğru bu sektörel yeniden dengelenme hem talep odaklıdır, hem de büyük ölçüde kaçınılmazdır.


1997 analizinde, gayri safi yurt içi hasıla (GSYİH) içindeki imalat payı, sabit fiyatlarla ölçüldüğünde, istihdam verilerinin ima ettiği kadar sert bir düşüş göstermemişti. Diğer bir ifadeyle, imalat sektörü reel üretim açısından yerini korumuş, ancak daha az işçi çalıştırmaya başlamıştı. Bu durum, sanayisizleşmenin ekonomik sağlık açısından mutlaka bir tehdit oluşturmadığı görüşünü güçlendirmişti.


Küreselleşmeye dair özel endişeler de mevcuttu: Kuzey-Güney ticareti meselesi. Raporda, istatistiksel olarak ortaya konduğu üzere, gelişmekte olan ülkelerden gelen rekabetin imalat istihdamındaki düşüşe etkisi yalnızca yaklaşık %18 düzeyindeydi. IMF verilerine göre asıl belirleyici faktör, ticaret kaynaklı kayıplar değil, teknoloji ve yapısal dönüşümdü.


Gelecekteki ekonomik refah, istihdamın hızla kaydığı hizmet sektöründe verimliliği artırmaya bağlıydı. Asıl mesele, imalatı büyümenin temel motoru olarak yeniden canlandırmak değil, hizmetleri daha dinamik hale getirmekti. Şunu unutmamak gerekir ki, o dönem hiper-küreselleşme evresiydi ve Çin’in ABD’ye karşı küresel bir hegemon olarak konumlanma çabasına dair ciddi endişeler henüz yüksek sesle dile getirilmiyordu. Globalleşme sürecindeki dünyada tedarik zincirlerinin hangi ülkeler üzerinden oluşturulduğuna dair çekince ifade eden yaklaşımlar, uygulamalar, stratejik kararlar söz konusu değildi.


1997 Vizyonunun Sınırları


1997 sonrasındaki yıllar, hem raporun öngörülerini doğrulayan hem de onları çürüten önemli gelişmelere sahne oldu. İmalat sektöründe verimlilik artışı devam etti, hizmet sektörü istihdamı genişledi. Ancak sanayisizleşmenin sonuçları, raporun öngördüğünden çok daha dengesiz, siyasi açıdan sarsıcı ve bölgesel olarak yoğunlaşma ifade eden bir görüntü ortaya koydu.


IMF raporu Kuzey-Güney ticaretinin etkisini önemsiz görmüş olsa da, David Autor ve arkadaşlarının sonraki dönemlerde yaptığı ampirik çalışmalar gösterdi ki, Çin’den gelen ithalat rekabeti (Çin şoku) ABD ve diğer gelişmiş ekonomilerde imalat istihdamı üzerinde önemli etkiler yarattı. Bu şok yalnızca sanayi işlerini ortadan kaldırmakla kalmadı, aynı zamanda etkilenen bölgelerde uzun vadeli sosyal ve siyasi sarsıntılara yol açtı.


Raporda ayrıca, özellikle ABD ve Birleşik Krallık’ta sanayi kesiminde görülen çözülmeler öngörülmemişti. Sanayiler kapanıp yurtdışına taşındıkça, fabrikalar, tedarikçiler ve nitelikli işgücü etrafında şekillenen yerel ekonomiler sanayide güç kaybetmeye başladı. Eşitsizlik arttı, ücretler duraksadı ve sendikaların gücü zayıfladı. Sonuç olarak, sanayinin büyümesini destekleyen toplumsal yapı önemli ölçüde aşındı.


Hizmet sektöründeki verimlilik artışlarının imalat kaybını telafi edeceği öngörüsü de fazla iyimser çıktı. Yüksek teknoloji ve finansal hizmetlerin bir kısmı verimlilik artışı göstermiş olsa da, hizmet sektörünün büyük kısmı, özellikle sağlık, eğitim ve sosyal hizmetler gibi alanlar, yoğun emek gerektiren ve düşük verimlilik artışı gösteren sektörler olarak kaldı. Bu nedenle genel verimlilik ve ücret artışı yavaşladı.


Bir diğer kör nokta da jeopolitik boyuttu. IMF raporu, ekonomik bütünleşmenin ortak refah ve jeopolitik istikrar sağlayacağı inancının egemen olduğu hiper-küreselleşme döneminde yazılmıştı. ABD–Çin rekabetinin keskinleşeceği öngörülmemişti.

Kısacası, 1997 vizyonu sanayisizleşmeyi hizmet sektörüne uyum yoluyla yönetilmesi gereken bir makroekonomik yapı olarak ele aldı. Ancak, zamanla bunun yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda sosyal, bölgesel ve stratejik etkileri olan çok boyutlu bir dönüşüm olduğu anlaşıldı.


Bloklaşma Çağında Sanayisizleşme


Bugün bloklara ayrılmış küresel düzende, sanayisizleşmeye ilişkin değerlendirme temelden değişmiş durumda. Artık imalat sektörü yalnızca karşılaştırmalı üstünlük ya da verimlilik ölçütleri üzerinden değerlendirilmiyor. Günümüzde sanayi, ulusal güvenliğin, teknolojik egemenliğin ve jeopolitik etkinliğin temel taşı olarak görülüyor.


Bu dönüşüm, özellikle ABD'de belirgin şekilde hissediliyor. ABD ekonomisi yapısal olarak hâlâ sanayisizleşmiş durumda olsa da, yeniden sanayileşmeye yönelik politik vurgu giderek güçlenmiş durumda. Aslında, bu yeniden sanayileşme yönelimi yalnızca Trump yönetiminin bir sonucu değil. Biden yönetimi döneminde de CHIPS ve Bilim Yasası, Enflasyonu Düşürme Yasası gibi yasal düzenlemeler ve üretimi ülke içine geri çekmeye, yerli sanayi kapasitesini yeniden inşa etmeye yönelik bir dizi girişim bu süreci devam ettirdi. Bu politikalar sadece istihdam yaratmayı değil, aynı zamanda kritik tedarik zincirlerini güvence altına almayı, jeopolitik rakiplere olan bağımlılığı azaltmayı ve teknolojik liderliği sürdürmeyi hedefledi.


ABD, hem donanım hem de yazılım alanlarında bilgi ve iletişim teknolojilerinde küresel bir lider konumunda. Yapay zekâ, bulut bilişim ve endüstriyel otomasyondaki ilerlemeler, yalnızca imalat sektöründe değil, hizmet sektöründe de verimliliği artırma potansiyeline sahip. Bu yeni teknolojik altyapı, sanayi ile hizmet arasındaki sınırları bulanıklaştırmakta ve imalatın rolünü bir yenilik platformu olarak yeniden tanımlamaktadır.


Bu bağlamda, ileri teknolojili üretimdeki mütevazı büyüme bile orantısız derecede güçlü etki yaratmaktadır. Yukarı yönlü olarak araştırma-geliştirme, yazılım mühendisliği ve malzeme bilimi gibi sektörleri desteklemekte, aşağı yönlü olarak ise lojistik, finans ve dijital altyapı gibi hizmet alanlarında talebi artırmaktadır.


Küresel entegrasyonun yerini bloklaşmanın aldığı bir dünyada, sanayi dayanıklılığı artık stratejik bir unsur haline gelmiştir. Sanayisizleşme artık yalnızca ekonomik kalkınmanın doğal bir evresi değil, aynı zamanda daha geniş jeopolitik ve teknolojik stratejilerin içinde etkin şekilde yönetilmesi gereken bir duruma dönüşmüştür.


Çin’in Yükselişi, Batı’nın Sanayiden Geri Çekilişiyle Eş Zamanlı Gelişti


Çin’in sanayideki yükselişi, Batı’nın “doğal” olarak imalattan çekildiği bir döneme denk geldi. Bu tarihsel eşzamanlılık, küresel ekonomiyi kökten dönüştürdü. Gelişmiş ekonomiler, verimlilik ve kısa vadeli maliyet tasarrufu arayışıyla sanayi üslerini yurtdışına taşırken, Çin bu üretimi üstlenmeye, sanayi kapasitesini ölçeklendirmeye ve stratejik sektörlerde liderlik elde etmeye hazırlandı.


1990’larda başlayan ve Çin’in 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne katılmasıyla hızlanan süreçte, küresel tedarik zincirleri Çin’in iş gücüne, altyapısına ve sanayi politikalarına göre yeniden yapılandırıldı. ABD ve Avrupa’nın büyük kısmı finansallaşmaya ve hizmet sektörünün genişlemesine yönelirken, Çin hedefe yönelik sanayi politikaları, teknoloji transfer mekanizmaları ve büyük ölçekli altyapı yatırımlarıyla benzeri görülmemiş bir sanayi ekosistemi inşa etti.


Bu dönüşüm sadece düşük iş gücü maliyetine dayanan bir üretim kaydırması değildi. Çin, bilinçli bir şekilde katma değer zincirinde yukarı doğru ilerledi. Tekstil ve basit elektronik ürünlerden yarı iletkenler, yeşil teknolojiler ve yapay zekâ gibi ileri üretim alanlarına geçiş yaptı. Devlet, bu süreci beş yıllık kalkınma planları, devlet işletmelerinin reformu, ihracat kredi sistemleri ve Ar-Ge ile eğitime yapılan yatırımlarla destekledi. Batı'daki piyasa odaklı geri çekilmenin aksine, Çin’in yükselişi stratejik sanayi yönetiminin bir sonucuydu.


Bugün Çin, dünyanın imalat merkezine dönüştü. Kritik mineraller, nadir toprak elementleri, batarya üretimi ve temiz enerji teknolojileri üzerinde önemli bir etkisi var. Ayrıca, artık sadece ürün değil, sanayi standartları, dijital altyapılar ve teknolojik-siyasal modeller de ihraç etmektedir.


Çin’in sanayi hamlesi, küresel güç dengesi açısından derin sonuçlara sahip. ABD–Çin rekabeti artık yalnızca askerî ya da ideolojik bir mesele değil, aynı zamanda sanayi değer zincirlerinin kontrolüyle doğrudan bağlantılı. Bu anlamda, Çin’in yükselişi Batı’daki sanayisizleşmeden ayrı bir eğilim değil, onun jeopolitik yansımasıdır.


Stratejik Bir Durum Olarak Sanayisizleşme


Sanayisizleşmenin tarihi artık yalnızca ekonomik kalkınmanın doğal bir aşaması olarak anlatılamaz. İstatistiksel olarak gözlemlenmiş, verimlilik eğilimleri belirlenmiş olsa da, bu olgu artık daha karmaşık ve çok katmanlı bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor.


Artık sanayisizleşmenin doğrusal bir biçimde post-endüstriyel bir geleceğe geçiş olmadığını biliyoruz. Bu, aktif şekilde yön verilmesi gereken bir koşuldur. Sadece ekonomik değil, toplumsal, mekânsal ve stratejik sonuçları bulunmaktadır. Sanayi istihdamı yalnızca gelir sağlamaz. Toplumları şekillendirir, teknolojik öğrenmeyi yerleştirir ve jeopolitik özerkliği pekiştirir.


Bloklara ayrılan dünyada, sanayi dayanıklılığı yeniden devlet politikalarının merkezine yerleşmiştir. Bu çerçevede yeniden sanayileşme, nostaljik bir geçmişe dönüş değil, dirençli, kapsayıcı ve teknolojik açıdan egemen ekonomiler inşa etme yönünde geleceğe dönük bir zorunluluktur. Ancak, bir önceki yazıda belirttiğim üzere, Trump’ın yeniden sanayileşme politikasıyla beklediği ölçüde yerli istihdam yaratılacak mıdır? Hayır.


Dijitalleşmiş, çok kutuplu ve ekolojik açıdan sınırlı bir dünyada sanayi gücünün ne anlama geldiği yeniden tanımlanmaktır. Bu, bir seçenek değil, stratejik bir gerekliliğe dönüşmüş durumda.

Yorumlar


© 2025 by Arda Tunca

bottom of page